Dr. Barbaros Ceylan ile gerçekleştirdiğimiz mülâkatın ikinci bölümünde Anadolu irfânının öncü şahsiyetlerinden Ebu’l-Hasan Harakânî’nin insan merkezli hizmet ve mânâ yaklaşımı perspektifinden Cizre’yi ve  “Sofrada Ekmek” projesini ele almaya devam ediyoruz.

İbrahim Ethem Gören: Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretleri’nin mübâriz vasfını da konuşalım dilerseniz…

Dr. Barsaros Ceylan: Bittabi… Anadolu’daki şenlendirmelerin ilk kurucu kâfile reislerinden, ve aynı zamanda da bu coğrafyadan neş’et edecek olan medeniyet zihninin (Anadolu İrfânı) ilk kurucu fikir babalarından biri olan Hz. Harakanî’yi çağdaşları arasında öne çıkaran temel gerekçeleri şöyle özetleyebiliriz: 
“O, velayet sahibi bir seyyid, altın silsileye mensup bir veli, alim ve ehl-i tahkik bir sufi, müteşebbis ve meslek sahibi bir derviş, mücahid, alperen ve şehittir. İlgili tarihlerde Horasan’da en kuvvetli irfani damar olarak neşet edecek olan düşüncenin meydana gelmesinde ve aynı zamanda da sürdürülebilir ve güncellenebilir olmasında, onun Horasan muhitindeki çağdaşlarına kıyasla öne çıkan bu vasıfları, belirleyici olmaktadır. O, Allah’ın rızasını gaye haline getirerek yaşarken, aynı zamanda insanlara, dünyevi işlerin en az uhrevi işler kadar bu dünya hayatında önemli olduğu bilincini (yani denge idrakini) aşılamaktadır. 

Onu şüphesiz önemli kılan, insan odaklı ve insaniyetçi irfânî düşüncesidir. O tıpkı Peygamber (s.a.v.) gibi, Allah’ın “Rahman” isminden hareketle, her biri tek tek “ahsen-i takvim ve eşref-i mahlukat” olarak yaratılan bütün insanlara seslenmekte ve topyekûn bütün insanlığa yeniden, her türlü statünün ötesinde “aşkın” bir varlık olarak yaratıldıklarını hatırlatmaktadır. 

Tevhid inancının kendisine ait “fütüvvet-civanmertlik” yorumundan neş’et ederek “insanı” varlık âleminin merkezine koyan bu “antroposentrik” (insan odaklı-merkezli) yaklaşım; hem ilmî, kitâbî ve hem de şifâhî olarak kuşatıcı, sürdürülebilir, geliştirilebilir ve çığır açıcı mahiyetiyle, kendisinden sonra gelenlerin düşüncelerini derinden etkilemiştir. Ardıllarının her birinde tek tek bu izleri görebilmek mümkündür. Etkisi sadece Horasan ile sınırlı kalmamış, diğer mekteplerin büyük şahsiyetlerini de etkilemiştir. O, Peygamber’den (s.a.v.) sonra insana O’nun tarafından biçilen (takdir ve tahsis edilen) ontolojik “Rabbani kıymet”in, insanın tasavvurundaki giderek donuklaşmaya başlayan “öz”üne, yeniden aslî, rûhî kimliğini; bu “Tevhid’i hayata açan” nebeviî nefesi üflemektedir:

Yâ Hazret I Eb'ul Hasan'ul Harakânî

“Her kim bu dergâha gelirse, ekmeğini veriniz ve inancını sormayınız. Zira Allah (cc) katında ruh taşıyan herkes Ebu’l-Hasan’ın sofrasında ekmeğe layıktır”.

“(…) Türkistan’dan Şam’a kadar bir insanın parmağına diken batarsa, onun zararı benim zararımdır. Türkistan’dan Şam’a kadar birinin ayağı taşa çarparsa, onun acısı benim acımdır ve eğer bir gönülde bir sıkıntı olursa o sıkıntı benim sıkıntımdır”.

“(…) ve halka şefkate dönüştü. O’nun halkına (yarattığı tüm insanlara ve varlıklara) karşı kendimden daha şefkatlisini görmedim”.

“(…) Keşke bütün yaratılmışların yerine ben ölseydim de onlar ölümü tatmasaydı”.

“(…) Keşke bütün yaratılmışların cezasını bana çektirseydiler de, onlar cehenneme gitmeseydiler!”.

Ebu’l-Hasan Harakânî’nin davasının (fütüvvet) özünde, Peygamber’e (sav) duymakta olduğu derûnî ve ilâhî aşktan neşet eden, O kutlu Resul’ün “inanç” ve “ahlâk” davasını yeniden diriltmek ve yüceltmek vardır. 

Bu, insanı ve yaratılmış bütün mevcûdâtı, O’nun tecellîsinin (zuhurâtının) işaretleri olarak görerek öyle algılayan ve bilahare İbnü’l-Arabî’de “vücud” nazariyesi olarak ilimleşecek olan “vahdet” felsefesi ve birlik ahlâkıdır. Vahdet idrâki ve ahlâkını kuşanan Harakânî, az önce teberrüken naklettiğimiz sözlerindeki gibi, bütün varlığa sonsuz bir merhamet ve şefkat ile bakmakta, öyle yaklaşmaktadır; ve bu elbette ki “nebevî ahlâk”tır. 

Ebul Hasan Harakani Türbesi

Nitekim, arz ettiğimz ve benzeri sözleri sebebiyle Harakânî, “insaniyetçi düşünür” olarak takdim edilmektedir. Bu kavrayış, ve insana ve varlığa kıymet atfeden bu anlayış ve hatta bugün dahi ulaşılamamış olan bu derin insan sevgisi, varlıktan O’na ve O’ndan da yeniden varlığa doğru sürekli devridaim eden “ilahi aşk” metaforuyla ikinci mihver şahsiyet hattının önemli isimlerinden Yunus Emre, Hacı Bektaş ve Mevlânâ’nın dilinden en güzel, lirik ve edebî eserlerle halkı irşâd ederken, Evhadüd’din Kirmanî ve Ahi Evran’ın irfânı ile ikinci yenilenmenin iktisadi ve toplumsal müesseselerini kuracak; İbnü’l Arabî ve Sadreddin Konevî’nin lisanı ile de, Anadolu Selçuklu ve özellikle de Osmanlı’nın “ilim “ekolünün meydana gelmesinde önemli bir rol oynayacaktır. 

Anadolu’da açılan sofranın ismi “varlık sorfası”dır.
Ezcümle, Harakânî’nin “ruh taşımaya lâyık” her insanı davet ettiği; karşılıklı hoşgörü ve rıza üreten, insanı ve varlığı O’nun birliğinin yeryüzündeki tahakkuku olarak birleştirerek bütünleştiren, aynı “büyük kader”in ortak özneleri olarak kardeşleştiren “varlık sofrası”, başka bir coğrafya da değil!, Anadolu’da açılmıştır. Motoriğini Tevhid inancının insana ve bütün mevcâdata atfetmiş olduğu “Rabbânî kıymet”ten (ve saygıdan) alan bu büyük hareket; “yaratılmış her şeyde yaratanın teşbihi tecellilerini görmek ve yaratılmış her şeyi yaratandan dolayı sevmek” anlayışıyla bütüncül varlık tasavvurunun nihai terkibine Anadolu’da kavuşmuştur. Bu terkip, varoluşun değişen şartları ve ihtiyaçlar karşısında, merhametle yoğrulan ilim-meslek-sanat ve kurumlar manzumesi halinde sürekli yenilenen bir metafora dönüşerek (şenlendirme metaforu) Osmanlı asırları boyunca devam etmiştir. 

Sofrada Ekmek Kampanyası Afiş Görseli 2

Eyvallah… Geride kalan 8 yılda biiznillah Cizre’de neler değişti?
Cizre’de, gerçekleştirilen bu çalışmalarla toplumsal planda nelerin değiştiğini söylemek,  şüphesiz bir  ölçümleme aracımız olmadığı için, (esasen belki tuhaf gelecek ama, doğruyu söylemek gerekirse, ölçmeye niyetimiz ve ihtiyacımız da olmadığı için), cevaplanması kolay bir soru değil... 

Kaldı ki inanın, Cizre’de bir şeyleri değiştirmek gibi, yani bir değişimin faili ya da öznesi olmak gibi bir derdimiz yoktu...Ve keza, değişim “özne”sinin bu anlamda “Cizre” olduğu bir dert ile, ya da bir tasavvurla da, gitmemiştik oraya... Mülâkatın başında zikretmiş olduğumuz gibi İlahi rızayı aramaya gitmiştik oraya...İlahi rıza’nın, insanın rızasına (insanın gönül hoşluğuna)...ve dolayısıyla da birliğe, kardeşliğe ve barışa teşni olduğu...insanın merhametine ineceği (tecelli edeceği) bilinciyle gitmiştik Cizre’ye... 

İlla bir “değişim”den ve değişimin öznesinden söz edeceksek eğer, sözün özü değişimin özneleri, “onlar-Cizre’liler” ve “biz” ayrımına gitmeyen...hem onları ve hem de bizi ihâta eden “biz”lerdik... Zira kardeşlik ve kardeşleşme, malumu âliniz, maddî-mâneîi hiçbir çıkar beklemeksizin karşılıklı olarak sahiplen(il)meyi (yani hamiliği) ihtiva eden bir sosyolojik olgu olarak, her iki tarafı da ontolojik olarak “eşitleyen”... yani “kıymet”lendiren... bir ilişki biçimidir... Günün sonunda, “ben”ler, özne olarak girdikleri bu  ilişki biçiminden, yine kendi özgün “ben”lerini koruyarak ve fakat bu  kez “ben”lerden çok daha yüce bir anlamı olan “biz” olarak çıkarlar... “biz” haline gelirler...
Dolayısıya, Cizre’de bir şeyleri değiştirmek değildi derdimiz... Ve hatta tam tersi, derdimiz, “ben”den, “biz”e doğru değişmekti... Bu değişim gerçekleştiğinde, Cizre’nin sosyolojisinde meydana gelebilecek (buna rağmen belki de  gelmeyecek) değişimler, ya da bunların modelleme amacıyla ölçümlenmesi, tamamen ikinci plandaydı...

Bu çerçevede, çok güzel dostlar  ve kardeşler kazandık; kardeşlikler tesis ettik.  Dokunduğumuz insanlarla (ya da bize dokunanlarla) çok güzel gönül  köprüleri kurduk... Birlikte sevindik, birlikte tasalandık, yeri geldi  birlikte ağladık... Şimdi gelmiş olduğumuz noktada ya da başlarken, bunların sayısının bir önemi var mı, ya da varmıydı?... Ya da şimdi, bunları ölçmek doğru mu ?...Ya da velev ki ölçülse, azlığı ya da çokluğu ne mânâ ifade eder?... Zira, “sayılar” – istatistikler ve ölçmeler - ancak ve ancak, vasıta oldukları zaman anlam kazanırlar... gaye oldukları zaman değil!... Biz ise, emin olun, vasıtayı değerlendirmek gibi bir işin, en azından şimdilik, sahibi değiliz...

Cizre’ye giderken de temel meselemiz, en nihayetinde bizi merhametle buluşturacak... ve “insan olma” borcumuzu ödemeyebilmemizin muhatabı olabilecek... birilerinin ve hatta tek bir kişinin varlığı idi... Ve önemli olan, sadece ve sadece, geç kalmış olan bir vazifeyi, yani borcumuzu, nasibimiz her ne kadar ise yerine getirmek, deruhte  edebilmekti...

Ama Rabbim muhatap olarak tek bir kişiyi değil, birçok kişiyi karşımıza çıkardı... Kardeşleşmek ve “bir ve biz” olmak niyetiyle (yani merhametle) yola çıkmış, ve “merhamet”le karşılanmıştık... Biricik davamız “merhamet” olduğu için, O, merhametiyle tecelli etti ve yüreklerimizi birleştirdii...

Ya yapılması gerekenler?
Bu bağlamda sadece Cizre’de değil, malum sıkıntıların yaşandığı  bütün bir Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgesinde, yapılması gereken ve hatta yapılması hayati önem arzeden, tek bir şey var !...Türkiye’nin her yerinden bu bölgelere ve bu bölgelerden de Türkiye’nin her yerine doğru, kardeşlik ve kardeşleşme köprülerinin kurulması... Faaliyet konusu her ne olursa olsun bütün kamu kurum ve yapılarının, sivil toplum kuruluşlarının, iş adamlarının, şirketlerin, meslek teşekküllerinin, üniversitelerin... ezcümle hepsini de ihâta etmek üzere milletin... deruhte etmekte oldukları faaliyetlerinin kapsamı içine bu bölgeleri, (yakın “kardeşlikler” ve “kardeşleşme” ilişkileri tesis etmek üzere), dâhil etmelerini, ana teması “kardeşlik” olan projelerle faaliyetlerini zenginleştirmelerini, çok önemli gördüğümü  belirtmek isterim. Çünkü, içinde bulunduğumuz bölgenin giderek artan bir şekilde üretmekte olduğu çatışma ve savaşlardan (bir diğer ifadeyle Türkiye olarak önümüzdeki bu dar geçitten, bir nev’i kapandan) bir tek şeyin varlığı ile geçebiliriz: Toplumsal birlik, kardeşlik ve dayanışma... Nitekim geçmişte yine bu bölgede bu  millete  kurulan kapanlardan, yine aynı sosyolojik olguyla... topyekûn birlik olarak... çıkabildik. Kapandan vatana, ancak bir yol ile  çıkılabilir: Birlik olarak, kardeş olarak, kardeşleşerek, dayanışarak... Tarih böyle söylüyor ve ayrıca tarihin de ötesinde, tarihi yaratan O’nun sünnetullah’ı da böyle  işliyor....

Ekmek, Anadolu insanın temel besin kaynağı… Sofrada Ekmek projesi nasıl gündeminize geldi?
Sofrada Ekmek Projesi şöyle gündemimize geldi. Kızılay olarak fakir-fukarayla alakalı çalışmalar devam ederken Ramazan aylarında bu fakir-fukaranın sofrasına her gün ekmek koyalım diye düşündük, öyle niyetlendik. Çünkü terör ekonomik imkân noktasında bölgeye çok büyük bir darbe vurmuştu. Bu bağlamda işsizlik çok yüksek, fakir-fukara  mağdur ve yine bu bağlamda yoksulu, yetimi, öksüzü çok olan bir belde Cizre. Genç nüfusun çok ciddi bir oranda, neredeyse %50 oranında olduğu bir beldemiz Cizre. Netice-i kelam bizler, seçilmiş ihtiyaç sahibi bu ailelerin sofralarına hiç olmazsa Ramazan ayları boyunca şenlendirmek gayesiyle -elbette ki kendi ruhlarımızı da şenlendirmek gayesi ile -  ekmek ile konuk olalım diye arzu ettik. 

Sofra, merhamet sofrası!
Sofra malum, daha önce teşbihen söylediğimiz gibi, varlık sofrası...hepimizi “bir”leyen ve birleştiren merhamet sofrası...Ve nimetlerin içerisinde - Cenab-ı Allah’ın ikram ettiği, insana imkân olarak sağladığı her nimet şüphesiz çok kıymetli, ama -   ekmek, sembolik anlamı da çok kıymetli olan bir nimet malumu âliniz. 

Bu bağlamda Sofrada Ekmek Projesi Ramazan aylarında yanlış hatırlamıyorsam Kızılay’ın örgütlenmesini müteakip 2019 başlatıldı. Gündemimize girişi bu şekilde oldu.

Projenin işleyiş sürecini özetlemenizi istirham ediyorum.
Bizler Ramazan ayı boyunca her iftarda Cizreli kardeşlerimizin sofralarına her gün 4 adet ekmeği koyalım diye arzu ettik. Bunun için öncelikle Cizre’nin mahalle muhitindeki fırınlarla anlaştık. Onlar da sağ olsunlar bu hayra ortak oldular. Söz gelimi şimdi tam hatırlayamıyorum. Ekmek satış fiyatı 3,5 TL. ise  o hayra iştirak etmek gayesiyle ekmeği bize 3 TL.’den sattılar. Böylece biz bu seçilmiş ailelere 1 aylık ekmek ihtiyaçlarını karşılamak üzere günde 4 ekmekten 120 tane fiş verdik. Bu fişin sahibi olan aile fırına gittiği zaman ekmeği alabiliyordu ve Ramazan ayı bittikten sonra da biz fırınlarla oturup (fişleri sayıp) ne ise borcumuz onu kapatıyorduk. Bu projenin başlaması böyle oldu. 

Sonra?
Devletimizin imkânlarıyla insanlara pek çok sosyal yardım gidiyor ama yine de ihtiyaç sahibi insanlar. Pandemi sonrasında sahada ailelerimizi hasbelkader gezerken madi durumları  kötü çok sayıda ailenin olduğunu tespit ettik. Bunun üzerine “sofrada ekmeği” sembolik mânâsı çok kuvvetli olduğu için “acaba her gün yapabilir miyiz, yılın 365 günü boyunca bunu başarabilir miyiz, 365 gün boyunca bu ailelerin sofralarına, hanelerine her gün ekmek koyabilirmiyiz, hergün onların sofralarına ekmekle konuk olabilir miyiz?” diyerek bir yaklaşım getirdik. Bu konuyu İstanbul’da -mülakatımızda isimleri daha önce geçen- STK’lar ile istişare ettik ve bu azme değer bir iş olarak önümüze çıktı. “Bismillah” dedik ve girdik. Bu çerçevede öncelikle ailelerin gözden geçirilmesi güncellenmesi gerekiyordu. Bu bağlamda aile tespitlerine yeniden başladık. Kızılay olarak Kızılay’ın listeleri, devletin Sosyal Yardımlaşma Vakfı’nın listelerini ve dahi muhtarlardan aldığımız listeleri kesiştirdik ve bir kesişim kümesi ortaya çıktı. Bu kesişim kümesi ile hareket ederek önce doküman üzerinden, sonra sahaya bizzat çıkararak 2022 yılının Haziran ve Temmuz aylarında tek tek Cizre’nin bütün mahallelerinde tespit edilen bu listelerdeki adresleri ziyaret ettik. Yanlış hatırlamıyorsam neredeyse 800’e yakın haneyi ziyaret ettik. Bunlardan yaklaşık 280 hâne seçildi. Yani seçtiğimiz 280 ailenin ekmeğe ayırdığı bütçeyi başka ihtiyaçları için kullanmalarına fırsat sağladık. Bu kez Ramazan ayından farklı olarak ilgili ailelere fiş yerine marka dağıttık. Malum öncesinde fişler kağıttan yapılıyordu. Çayhanelerde çay almak için kullanılan markaların benzerlerinden bastırdık ve aynı zamanda fırınlara birer kumbara koyduk. Seçilmiş fırınlar özelinde sofrada ekmek hizmetini günlük bazda yapmaya başladık. 

İşleyişe de nazar edelim…
Hay hay... 1 aylık markaları aileye teslim ediyoruz. Aile her gün gidip ekmeğini alıyor, ay sonu biz fırın ile muhatap olarak kumbaralarda biriken markaları sayarak teslim alıyor ve  hesabı kapatıyoruz. Böyle bir işleyişe geçtik ve bir hayli de ilgiye mazhar oldu projemiz. Kıymetli bir çalışma, çünkü şundan dolayı, bir yıl bittikten sonra yani Ağustos 2023 ayında ekiplerimiz tekrar sahaya indiler ve aileleri gezdiler, güncelleme çalışması yaptılar. Güncellemeler içerisinde çok fazla fire vermedi aileler, aile seçimlerimizde isabet kaydetmiş olduğumuzu gördük. 
Sahada ne//neler gördünüz?
Şunu gördük, gözlemledik; Çok seviyorlar, çok dua ediyorlar ve gerçekten bu da bizi çok mutlu ediyor. Bir ihtiyacı karşılıyor olmanın ötesinde alınan dualar tabi çok kıymetli. Tabi burada bütün bu finansmanın sağlanmasında yani bağışlarda İstanbul’daki sivil toplum kuruluşlarımızla birlikte Cizre’deki Kızılay’ımızın mensupları, gönüllülerimiz ve kıymetli iş adamlarımız da etkin bir rol oynuyorlar. En nihayetinde birlikte yapılan bir iş, bunu da belirtmem gerekir.

Şu anda kaç aile/ne kadarlık bir nüfus bu hizmetten yararlanıyor? 
Cizre nüfus olarak yoğun bir bölge. Aşağı yukarı bir ailenin nüfus sayısı en az altı civarında. Bununla birlikte çok sayıda on-on ki nüfuslu aileler de var. Ortalamayı 5 olarak alsak Cizre’de şu anda halihazırda 300 aileye, Şırnak’ta 150 aileye ortalama rakamlar ile 450 aileye yani 3500 civarında bir nüfusa hitap ediyoruz. 

Dr. Barbaros Ceylan: Tek bir amacımız var, kardeşlik köprüleri kurmak.

Cizre ve bölge için bundan sonraki hedefleriniz neler?
Tek bir hedefimiz var. Gücümüz yettiğince, başta Cizre ve sonra da  Şırnak ve Şırnak’ın diğer ilçe ve beldelerinde olmak üzere, şenlendirme çalışmalarına devam etmek, ve kardeşlik köprüleri kurmak. 
 
Cizre özelinde bölgenin genel iktisadi ve sosyal hayatında topyekûn bir şenlenme yaşanmasında devlete, şirketlere, millete ve STK’lara ne gibi hizmetler düşüyor? 
Daha önce de belirttiğim gibi, milletin bütün unsurlarıyla birlikte kardeşleşmek, kardeşliğimizi pekiştirmek ve kuvvetlendirmek üzere, bölgeye gelmesi, kardeşlik ve birlik köprülerinin kurulması gerektiği kanaatindeyim. Yurdumuzun bu bölgeleri ile diğer bölgeleri arasındaki sosyal-kültürel ve iktisadi ilişkilerin geliştirilmesine herzamankinden çok daha fazla ihtiyacımız var. Ülke ve millet olarak karşı karşıya kaldığımız tehditler ve risklerin, sadece devletin işi olmadığını artık anlamalı ve kabul etmeliyiz. 
 
Hasbihalimize sizin ilave etmek istediğiniz hususlar…
Bu konuya kıymet vererek haberleştirdiğiniz için size çok teşekkür ediyorum. Aynel yakın bizatihi vakıf olarak içinde bulunduğunuz şenlendirme çalışmalarına, bilgilendirmek suretiyle, aynı zamanda böyle çok değerli bir katkı daha sağlıyorsunuz. Varolun, sağolun efendim.

Bizlere hizmet etme imkân ve sahaları açtığınız için zatıalinize müteşekkiriz Barbaros Bey. Son olarak okuyucularımıza mesajınızı iletmek isteriz…
Bu coğrafyaya gelmiş olduğumuz günden -ki bunu  bir köşebaşı  tarih olarak Malazgirt-1071’le ilişkilendirebiliriz– sonra ilk kapan, Anadolu Selçuki’lerin Kösedağda 1243’deki yenilgisiyle kuruldu. Bir yanda Haçlılar ve diğer yanda Moğollar tarafından kurulan kapanda, medeniyetin ikinci hamlesinin kurucu fikir babaları, ümit ile ümitsizlik arasında gidip geliyor, feryad-ı figan ediyorlardı. Onlardan biri ve mülâkatımızda bahsi geçen Ahi Evran, Metali’ül- İman isimli eserinde bu halden adeta şikayet ediyor, naz makamından Allah’a sesleniyordu: 

“(...) Gaibden bir ses, hal diliyle, ‘Fesad karada ve denizde ortaya çıktı’ diye haykırdı.” “Eğer bu duruma muhalif isen ey İsa gökten in artık. Durum sana uygundur. Ey Deccal ortaya çık.”

Nitekim tarihçi Neşrî de Kösedağ savaşı sonrası Selçuklu’nun halini şöyle tasvir etmektedir: “Tatar Rum’a hakim oldı, müluk-i Selaçıka’nın heman bir adı kaldı”.

Bu durum, bir fetret devri olarak  yaklaşık 50 yıl kadar sürdü, ve Anadolu’da  BİRLİĞİ yeniden sağlayan Osmanîlerle, ikinci medeniyet hamlesi, kaldığı yerden tarihteki yolculuğuna devam etti. Bu ilk kapandan yeniden vatana, Birlik ile çıkıldı...

Ve bu coğrafyada ikinci kapan, bu tarihten yaklaşık 700 yıl sonra, (Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yani), 1918’de kuruldu. Öylesine çaresizliğin hâkim olduğu bir dönemdi ki bu dönem,  İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy’un millete “Korkma!” diyerek seslenmesinin sebebi oldu... Kapandan tekrar vatana, ancak  Anadolu’daki Birliğin yeniden sağlanabilmesi ile çıkılabildi... öyleki bütün millet, hiçbir “ötekileştirmeyi” ya da “şucu buculuğu” konu etmeden, bütün ihtilaflarını bir kenara bırakarak,  önderlerinin peşinde tek bir yürek olarak o savaşı verdiler... O savaş, Kurtuluş Savaşı’ydı. BİRLİK olunamasaydı, verilemezdi....kapandan vatana çıkılamazdı... Yazarımız İbrahim Ethem Gören Üstad Barbaros Ceylan

Birlik olmak için hâlâ vaktimiz var. Ebedî duamız BİRLİK olsun...

Ve şimdi, yeniden yeni bir kapan kuruyorlar.... Kapan henüz, 1243 ya da 1918’de olduğu gibi, kapanmadı... Demek istediğim o dur ki, BİRLİK olmak için hâyâ vaktimiz ve hâlâ fırsatımız var... Şimdi olamaz isek, daha önce tecrübe etmiş olduğumuz gibi, çok daha zor şartlar altında BİRLİK olmak zorunda kalacağız...ve kimbilir belki de olamayacağız!
Hülâsâ bu mülakatın son sözü, son temennimiz ve ebedî duamız BİRLİK olsun...

BİTTİ.

İbrahim Ethem Gören/06.02.2024-Yazı No: 566