Hâmiş: İsmail Haniye şahsında tüm şehitlerin ervâhına Fatiha niyazıyla!

Topkapı İkinci Matbaacılar Sitesi’nde sıradan bir gün. Büyük Fetih Ajansı (BFA)’nın duagûsu Sırlı Süleyman Efendi İttifak gazetesini basan rotatiflerin bir sağından bir solundan geçerek sıcaktan bunalmış matbaa ustalarına, çelimsiz gestetner çıraklarına içinden hüzün geçen bir ses tonuyla “Elma attım nar geldi/Bandırmadan kar geldi/Benim limonatadan içenlerin ben(i)zine kan geldi” tekerlemesini söyleye söyleye buz gibi limonata yerine limon aromalı Çamlıca gazozu ikram ediyor. 

 Mehmet Şevket Eygi’nin hayrülhalefi, idare hukuku, Türk ebrusu ve kadim cild sanatı uzmanı Prof. Dr. Aydın Gülan’ın kendisine “Sırlı” ismini muvafık gördüğü Hayrabolulu Süleyman muhataplarına on dört adet gazozu birbiri ardına takdim ederken ne kadar da sakin ve dahi mülayim! Oysa 35 yıl öncesinin Hayrabolu’nda müvezzîler âvâzı çıktığı kadar bağırmaz mıydı? Tıpkı, Çarşı Camii’nin karşısında yaz aylarında “Elma attım nar geldi/Bandırma’dan kar geldi/Benim limonatadan içenlerin ben(i)zine kan geldi” diye ünlenip hanımının yaptığı limonataları satan bezirgân gibi… 

Sırlı Süleyman Efendi mezkûr bezirgânın sesini, tınısını, vurgusunu aradan geçen onca seneye rağmen ne hikmetse hâlâ unutmadı/unutamadı. Limonatacı yıllar önce garîk-i rahmet olsa da Hayrabolu’da belediye dükkânlarının tam orta yerinde âvâzı/nakaratı yankı bulmaya devam ediyor: “Dereler derin olur da gölgeler serin olur/Benim limonatadan içenlerin gönülleri hoş olur.”

Buz gibi Çamlıca gazozlarıyla gönlü hoş olanların arasında BFA’nın su gibi akıp giden 35 yılından, Macintosh Plus, linotipler, katrat cetvelleri, tipo baskı makineleri, aydıngerin hoş kokusu ile birlikte geriye kalan hikâyeci yazar, eğitimci, tiyatrocu, sporcu, radyo-tv programcısı Bekir Tuncer Salihoğlu da vardı. Aynı zamanda gazoz şişesi etiketi koleksiyoneri olan Üstad Salihoğlu her zaman yaptığı gibi mezkûr lezzetli içeceğin etiketini naif bir mücellit edasıyla şişeden sıyırdıktan sonra gözlerini, etiketin üzerinde renklerini Türk bayrağından alan dağ motiflerine mıhladı. O demde gönlüne dağlar düştü. Muhatabımız nezdinde dağ, inziva makamıydı; ihtişamdı, sığınaktı, ana kucağı gibi kendine geleni muhafaza eden bir sığınma sahnesiydi. Ayrıca her dağın ayrı bir hikâyesi olduğu gibi ayrı bir hakikati de vardı. Sessiz, sedasız, yerli yerinde olanca haşmetiyle duran “dünyanın çivileri” insana bir şeyler fısıldardı. En son çiçek, bir dağ başında açardı. İlk kardelen bir dağ kuytusunda filizlenirdi. Musa Aleyhisselâm Tur dağında nâlinlerini ayağından çıkarmış; En Kutlu İnsan (sav) “Uhud bizi sever; biz de Uhud’u…” buyurmuştu. Hâsılı dağ güftügûdan uzaklaşma yeriydi…

(…)

Çamlıca gazozu mu demiştik! Bu yazının kahramanı, serlevhası Sırlı’dan armağan “Çamlıca gazozu” hikâyesini işte böylesi bir hâlet-i rûhiyede gönül lisanıyla bir çırpıda kaleme alarak gömlek etiketlerini müessesesinde basmakla iftihar ettiği Ebu Hediye’ye ithaf etti. Yusuf’tan sonra bir de Hediye’ye kavuşmak isteyen Malatyalı işadamının hikâyesini vakt-i merhununda kaleme alırız biiznillah. 

Bekir Tuncer Salihoğlu

Çamlıca gazozu! -Ebu Hediye’ye ithafla…-

“Temmuzun ifil ifil kızdıran güneşinde, ak çeşme başında yün yıkayan, yatak çırpan, döşek döşeyen kadınlar derlenip toparlanıp gittikten sonra etrafa hallaç sopasından savrulan, pürçük pürçük saçılan, uçuşan, çalılara takılan tiftik yün kırpıntılarını topladı, avucunun içinde sertleştirdi. Lastikli bazen donunun üzerine sarkan teli kaçmış, tiftimiş, yaz-kış, sene boyunca giydiği polyester kazağını öne doğru sündürdü, yün kırpıntılarını içine doldurdu. Sevinçliydi. Adımlarını hızlandırarak eve doğru yürüdü.  

Samanlıkta, saman çuvallarının bir köşesine biriktirdiği at nalı, üzerinde “En Nefis Ayvalık Zeytinyağı” yazan teneke kutu, inşaat artığı eğri büğrü, küflü çivileri derledi toparladı, yün kırpıntılarıyla birlikte sofra bezinin dört bir köşesini bağlayarak bohçaladı. 

Gözleri yakan, ekşi ekşi kokan, asitli sularla rutubeti kurumayan tarihi kalıntı Kervansaray’ın dibini dört ayaklı tahta pazar tezgâhı kurarak üstü açık dükkân olarak işleten şehrin hurdacısı Çakıcı’ya ulaşmaktı hedefi. 

Pazar yerinin kuytu köşesini işgal eden, eski halı, kilim, yün çuval, demir, bakır, alüminyum eskisi  alan; alüminyum tencere, maşrapa, mandal, bardak, çakmaktaşı, çaydanlık satan Çakıcı her zamanki gibi tezgâhının başındaydı. Saçı erken beyazladığı için adı ‘Kırbaş Çakıcı’ya çıkmıştı. 

 Kırbaş Çakıcı’nın hurdalar kadar giysileri de eskiydi. Ayakkabısının arkasını kaldırmaz, yerde sürür, çarığına özen göstermez, tekdeş de giyerdi.  Sesi normal bir ses değildi. Akşamcı masasından kalkmış gibi genizden konuşurken mikrofondan çıkarmış gibi mekanik bin tonu andırırdı sesi.  Kızarmış gözlerinin etrafı, göz çukuru morarmıştı. Sanki günlerce ayağını uzata uzata  uyku tatmamıştı.  

Sapı kırılmış ütüler, levye, bijon anahtarları, yalama olmuş alyanlar, âlet çantaları, kullanılmış civata-conta, muhtelif boylarda çivi çeşitleri, az kullanılmış defterler, kasalarda badem, kaysı, şeftali çekirdekleri… Tommkis, Teksas, Tombraks, Teks, Zagor, Kaptan Swing… köşeleri katlanmış, yıpranmış çizgi romanları, kırık dökük oyuncaklar… ilk bakışta göze çarpan çeşitleriydi. 

-Çakıcı amca!

-Ne var? Çabuk söyle. 

-Bunlar ne kadar eder? 

Çakıcı, cebinden gümüş ve bakır renkli bir kaç bozuk para çıkardı, çocuğun avucuna saydı. Bakır kablosu ve bakır sarımı bir deste gösterdi.

-Bunlardan getirirsen çok para veririm!

-Teşekküy, edeyim Çakıcı amca, dedikten sonra minik avucunun içinde sımsıkı tuttuğu paraları açmadan, yaşıtlarına ve mahalle çakalları adıyla anılan kavgacı çocuklara göstermeden,  kahveye kadar koştu.  

Kahve önünde, güneşe dönük sıralı, gıcırdayan tahta sandalyelerde oturan yaşlı amcalar, ezan okunur okunmaz kalkar giderlerdi minareli camiye. Onların sandalyeleri boştu. Kahvenin dış yüzeyinde boş gazoz şişe sandıkları üstü üste yığılıydı. Akşam boşalanlarını götürür, sabah erkenden doluları indirirdi gazozcu amcalar. 

Sandıkların içinde dik dik dizilmiş, içleri boş gazoz şişelerine baktı. Etrafında yere saçılmış gazoz kapakları vardı. Almak istedi, vazgeçti. Birlikti çünkü. Gazoz kapaklarından oyun oynarlardı arkadaşlarıyla. Onlara değer biçmişlerdi kendi aralarında. Birlik, beşlik, onluk, yüzlük gibi. En ucuz gazoz kapağı birlik olandı. En pahalısı binlik… Binlikler içkili lokantalara yakın yerlerde görülürdü ancak!

Para şıkırtısı ile kahveci göründü. Beline bağladığı siyah önlüğün içi para doluydu. Yürüdükçe dizlerini döven önlükten ses geliyordu. İnsanın içini gıcıklayan, kışkırtan, cıkır cıkır para sesi… Elini içine atar karıştırır, bırakırdı. Para dolu siyah önlükle baldırı dövülen kahveci geldi. 

-Amca! Bunlar gazoz yapar mı? Eş zamanlı olarak avucunu açıp terden birbirine yapışmış paraları gösterdi.

Kulağının arkasına kalem sıkıştırmış adam göz ucuyla baktı, öylece hesaplayıverdi!

-Yapmaz. 

-Daha ne kadar olursa bir şişe gazoz eder?

Avucundaki iki parayı göstererek “bu kadar daha!”

Virane evinin yolunu tutarken biraz düşünceliydi. Yavaş yavaş giderken, tamircilerin olduğu sokağa saptı. Oto-elektrik, oto-tamirhanesi, oto-karbüratör, oto-boyacı yan yana ve karşı karşıya diziliydi sokağın içerisi. Tamirciler sokağı diye anılıyordu burası. Terziler sokağı, kasaplar sokağı, marangozlar, manifaturacılar, ayakkabıcılar, oyuncakçılar sokağı gibi her meslek grubun ait ayrı yarı sokaklar vardı. 

Oto tamirciler sokağındaki dükkânların önlerine attıkları işe yaramaz, kırık dökük, atık kopuk, kablo, tel, demir parçalarını “nasip işte!” dedikten sonra kese kağıdına doldurdu. Suyu kesilmiş derenin içerisinde eski yırtık terlik, naylon çocuk ayakkabısı, bağcıkları kopuk bebek patikleri buldu. Hepsini Çakıcı’ya teslim etti, böylelikle bir miktar para daha aldıktan sonra tekrar kahvenin önüne geldi. Burada Çarşı Camii müezzini Mustafa Hoca’nın kıraat edeceği ikindi ezanını bekleyen eli bastonlu, fesli, şapkalı, şalvarlı amcalar oturuyordu. Kendisinden biraz büyük “Küçük Adam” lakaplı, babası mezarlıkta ‘basübadelmevt’i beklemekte olan bir naif çocuk, boya sandığında amcaların çorap mestlerini boyuyordu. İçeriye girdi, dumandan acıyan ve sulanan gözünün yaşını para tuttuğu yumruğuyla sildi. Keskin koku ve duman genzini yaktı.  

Çevresi dolu masalarda kâğıt oynayanların pat-küt seslerini işitti. Birinci ve ikinci sefer Çakıcı’ya sattığı hurdalardan biriktirdiği demir paraları, kahvecinin tezgâhına bu kez kendinden emin bir keyfiyette koydu. 

-Bu paraların hepsi artık bir gazoz eder, değil mi?

Kahveci bakır renkli olanı hariç diğerlerini alarak önlüğünün içinde hışırdayan paraların içine kattı. Pantolonun deri kemerine bağlı ipte sarkan açacağa bakmadan sağ eline aldı. Tahta sandıktan bir şişe gazozu, göğüs hizasına getirirdi.  Açacağın ölçülü şapkasını şişeye giydirdi, kanırttı. Beyaz bir Çamlıca’dan buhar ile birlikte “poohh!” sesi çıktı, kapak yana düştü. Şişeyi çocuğa uzattı. Çocuk, minik eli ile gazoz kapağının geldiği yeri sildi. Avucunun ortasıyla ağzını kapattığı şişeyi salladı: Cosss.

Dışarı taşan gazozun köpüğünü ağzına götürdü. Tepesine dikti, nefes aldı, bir daha dikti. Bir daha aldı, bir daha, bir daha… Son damlasına kadar… İçinde kalmadığını anlamak için ağızına dayayarak bir daha ters çevirdi. Balık ağzı kadar minik dudağıyla derinden iç geçirerek “Ohhh…”  çekti. 

Boşalmış olduğundan emin olduğu şişeyi, çaycının çay bardaklarını dizdiği, tahta tezgâhın üzerine sertçe vurdu. Şaşıran kahveciye gülümsedi dökülmüş ön süt dişlerinin boşluğunu göstererek.  

Kendisine vurulmuş gibi hisseden ve şişenin çıkardığı sese kızan kahveci:  

-Tezgâha niçin vurdun, bacaksız? Sana gazoz satanda kabahat! Çık şuradan, gözüm görmesin! 

Beklemediği azarı işiten çocuk:

-Ama televizyondaki çocuğa kimse kızmamıştı. Onu alkışlamışlardı. 

-Bir gazoz içtin diye mi alkışlayacağız bücürük?  O televizyondaki çocuk, “Reklam Çocuğu”. 

Alt dudağını büzerek, sırtına tepik yemiş gibi ağlamaklı bir şekilde kahveden çıktı.”

İbrahim Ethem Gören 05.08.2024 Yazı No: 604