Hâmiş: 12 Şubat 2015 tarihinde Son Devir haber portalı için kaleme aldığım ve şimdiki zamanda mezkûr portalın yayın hayatından çekilmesiyle birlikte linki düşerek idraklerden nihân olan iş bu yazıyı güncelleyerek kıymetli İttifak gazetesi camiamızın irfanına arz ediyorum.
‘Çininin Sultanı’
Bu yazıda çini sanatçısı Ayşe Özkan’ın, içinden sanat, estetik ve hakikat geçen yolculuğuna müşfikâne nazar edeceğiz. Ben ona Ayşe Sultan diyorum. Osmanlı asırlarında yaşasaydı şüphesiz unvanı Nakkaş Ana olurdu!
Bir gümüş yüzük, üzerindeki turkuvaz taşta Lafza-i Celâl yazılı… İnce, zevkli bir eser… Gönlünde sanat ve estetik güzelliklere açık kapılar bulunan sanatkârın, mezkûr yüzükteki taşı temâşâ etmesiyle çini ile ünsiyeti başlamış… O ünsiyet, o yüzük, o turkuvaz, o Allah (c.c.) sülüs istifi “usta”yı bugünlere taşımış… Tezhip çalışıyorken toprağa dokunmuş ve böylelikle çini ile hemhâl oluşu bitmez tükenmez bir serüvene dönüşmüş… Ankara’dan başlayıp da ötelere ve öteler ötesine uzanan bir serüvene…
Geleneksel sanatlarımızın tamamı mükâşefe sanatıdır. Sanatkâr kesretü’l-meşkle/çok çalışmakla hizmetinde bulunduğu, eser ürettiği, talebe yetiştirdiği sanat dalında bir ayağı sürekli geleneğe yaslanarak, oradan kuvvet alarak yeni mânâ arayışlarına çıkar... Bu minval üzere çini estetik bir keşif kaynağıdır onun için... Zengin kültürümüzün, atalar yadigârı estetiğimizin, ruhuna yansıyıp saf beyaz üstünde lacivert, turkuvaz renklere dönüşen bir keşif; yahut fetih… Çünkü sanat fetih yürüyüşüdür… Estetik sevdalılarının gönül evlerine dokunarak Hakk ve hakikate doğru evrilmelerine vesile olan bir fetih yürüyüşü… Çünkü öz sanatlarımızla şah damarından yakaladığımız her bir beden/ruh fethedilmiştir.
Sanatkâr okur, üretir, yazar, çizer, tasarlar, resmeder, boyar, pişirir, şükreder, hamd eder… Eskiler, “Ağaç yaş iken eğilir” demiş. Ne kadar isabetli bir söz… Çini ustasının da öz sanatlarımızla irtibatı çocukluk yıllarındaki okuma ve boyama sevdasına uzanıyor… Okumak, resmetmek ve çini onu saatlerce yerinde durduran üç unsur olmuş... 5 yaşında okumayı öğrenmiş ve kitaplar vazgeçilmez dostları haline gelmiş... Anneannesi ve dedesiyle birlikte yaşadığı ilkokul yıllarında dedesinin ona kitap almaya yetişemediğini ve bir kırtasiyeyle anlaşıp “Okuyup getirsin okumadığı ile değiştirsin” dediğini biliyoruz. Okuduğu ve resim yaptığı anlar haricinde hareketli bir çocuk olduğundan onu bir köşede sessiz sakin görmek isteyen akrabalarının ellerinde hediye kitap ve boyalar eksik olmamış.
Ortaokul ve lise yıllarında başladığı suluboya ve yağlıboya resim merakı yirmili yaşlarda "Bunlar bana yetmiyor" gerekçesiyle sönümlenmiş. El dekoru fayans, cam, ahşap vs. malzemeler üzerine de çalıştıktan sonra farklı ticari alanlara geçiş yapmış. Aynı yıllarda kütüphanesinde bulunan el yazması Kurân-ı Kerîm’lerin süslemeleri de ilgisini çekiyor ve serhevha tezhiplerini kuru boyalarla kâğıt üzerinde taklit etmeye çalışıyormuş. “Ben de nasıl yapabilirim?” merakı, muhatabımızın içinde hâle hâle büyürken, Kültür Bakanlığı tezhip kursları ile geleneksel sanatlarımızın atmosferine ilk adımını atmış.
Tezhip çalışırken yıllar içerisinde hat, minyatür, ebru, kat'ı gibi sanatlardan da denemeleri olmuş. Ona; Ayşe Sultan’a, “Çiniyi nasıl tarif edersiniz?” şeklinde bir mukadder sual iletecek olursanız “Şimdi yaptığım sanatı tanımlarken kullandığım gibi "Bir gün toprağa dokundum. O dokunuş yeni bir başlangıçtı” cevabını alırsınız.
Hayat, uzun ince bir yolculuk… Sırrına vâkıf olabilene hakikat yolculuğu... Ankaralı usta sanatkâr, bu yolculukta hayatı ve hakiki olanı keşfetmeye çalışıyor, bir adım öte keşfettiklerini yaşıyor. Hayatı, hakikati, kendini, nefsini tanıma azminde bulunuyor. Çünkü “Men aref…” sırrı mühim. Çünkü "Nefsini bilen Rabbini bilir.”
Çinicinin İslâm-Türk tezyini sanatlarından tezhipte eskilerin “Efradını cami ağyarını mani” dedikleri tarzda bir derinliği var. Tezhibe “Karamemi Mesleği” diyecek olursak bu alandaki ustalığı Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’in talebelerinden, “hocaların hocası” Memmune Birkan’dan almış. Desen ve tasarıma vukûfiyeti sayesinde çiniyi tabiri caizse didikleye didikleye öğrenmiş Kütahyalı çini ustalarından… Ve hâlen de öğrenmeye, kendini geliştirmeye devam ediyor. Ankaralı sanatkâr, Kütahya çiniciliğini zorlamasız, kendi yatağında, sessiz, ama derinden akan; içten içe çağlayan aşkın bir ırmağa benzetiyor.
Talebelerine renkten, desenden, çiniden önce edebi öğretiyor. Vefâyı hâl lisanıyla talim ettiriyor… Çini ustası edebi önemsiyor, edebin; usulün, sanattan ve bahusus her şeyden önde olduğunu bilerek bu noktada sadrından satırlara düşenleri şöylesi kelimelerle not ediyor. “Edep, illâ edep... Öğrenmeye t”lip olanın en önemli özelliği edebi olmalı... Talebenin gerçekten ne öğreneceğine karar vermiş olması, öğrenmek istediği konu ile ilgili araştırma yapıp az-çok fikir sahibi olması ve en önemlisi de hocasını seçmesi önemli…”
Talebenin hocasından beklentileri olduğu gibi hocanın da sanatını, sanatının izzetini öğreteceği talebelerinden beklentileri vardır… Çininin Sultanı Ayşe Özkan hanım Estergon Kalesi’ndeki atölyesinden içeriye neşe ve heyecanla girip de öğrenmek için tüm olumsuzlukları üzerindeki bir hırka gibi çıkarıp askıya asabilecek talebeleri arıyor; maksada yönelip hedefe doğru gitmeye kararlı, azimli ve dürüst, saygılı kişilerle birlikte çalışmayı arzu ediyor. O, her daim bardağın dolu tarafını görüyor ve öğrencilerini yüreklendirip önlerini açıyor… Ona göre eğitimde takip edilmesi gereken zaruri asliyet ve terkip şuurları var. Tertibe, usûle riâyetle, azim ve kararlılıkla iyi bir hocanın rehberliğini kabul eden ve sıraya riayet eden talebenin başarısız olması söz konusu değil biiznillah. Çini ustası, halden anlayan, acelesiz bir teslimiyetle öğrendiklerini ruhuna nakşederek öğrenen talebeyi güzel bir hediye: mevhîbe-i ilâhî telakkî ediyor.
Uzun zamandan beri hocalık yapsa da içindeki okuma, öğrenme, yeni keşifler yapma idraki hiçbir zaman kesintiye uğramıyor, sürekli öğrenmeye açık olmayı farklı bir duygu hali olarak vasıflandırdıktan sonra naif bir ses tonuyla bu satırların yazarına şöyle hitap ediyor: “İbrahim Ethem Bey, talebelik, ömrüm oldukça bitmesini hiç istemediğim bir süre... Bir tatlı telaş, öğrenmek, uygulamak, ortaya çıkan işe bakarken yaşanılan haz… Denemek istediklerin, öğrenmek istediklerin için zamanın yetmediğini, yetmeyeceğini düşünmek… Bir yandan sabır ile saatlerce çizmek, çizmek... Kâğıt üzerinde kalemin raksı... Uçuşan yapraklar, rumiler... Sabaha karşı gözlerinin ışığını örterken gözkapaklarınin, rüyalarda hatailer çizmeye devam etmesi... Ve bir ses işitmek derinden ”Aferin, oluyor devam!” Bu sesi tekrar tekrar, bin kere duymak için çalışmak, çalışmak… Toprağı elle kazmak, tohumları ekmek, damla damla sulamak ve bir gün minik yeşil bir yaprak ucunun kıvrılarak selâm vermesi, topraktan baş vererek... O yeşil yaprak benim aferinim ve ben binlerce aferinle, ormanlar büyütmek istiyorum… Alçak gönüllülükle süslediğim eskimiş değil, eski olacak işler yapmak istiyorum.”
‘Çini Sultanı’nın derslerine yoğun talep var ve dolayısıyla çiniye olan ilgi onu ziyadesiyle mutlu ediyor. Ustamızın öğrencileri hocalarına olduğu gibi çini sanatına da büyük bir sevgiyle bağlı. Geleneksel sanatlarımızdan çininin iç dinamiklerini tanımakla, bilmekle bahtiyarlar…
Yiğit adamın yiğit kızı o… Ankara’da küratörlüğünü yaptığı Erzurumlu sanatkârların “Hû” serlevhalı Esma-i Hüsna hat-tezhip sergisinde dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu, çini ustasına “Yiğit adamın yiğit kızı” şeklinde hitap etmişti. Yiğitler, yiğit evlatlar yetiştirir. Muhterem babası nur içinde yatsın. Pirimiz, üstadımız Ercüment Özkan ağabeyimizden söz ediyorum.
Renk âhenktir, âhenk ise renk! Sanatkâr renklerin içindedir. Bazen renklerin deryasına, ilhamına, cazibesine dalar, Ressam Yasin Börekoğlu misali, elini, yüzünü, gözünü boyar… Renklerle, desenlerle, çizgilerle, şekillerle, hemhâl olur, her daim renklerin gökkuşağının içerisinde bulunur. Çini ustası da renklerin içinde, önünde, arkasında ama her daim tam ortasında bulunuyor. Renkleri seviyor, en çok da turkuvazı, laciverti..
Ayşe Özkan hanımın “Sana bir kez ihanet edeni affedersen seni yine kullanır, çünkü ihanet bir ruh hali değil, karakterin dökülüş biçimidir” cümlesinin altına imzamı atıyorum. Ona göre ihlâs ve samimiyet çok mühim. Herkes için de böyle olmalı değil mi? Çünkü din samimiyettir. Dini bütün insanın özüyle sözü, hâliyle kâli bir olmalı değil mi? Sanatkâra göre samimi kişi diliyle söylediğini kalbi tasdik edendir ve samimi Müslüman bizatihi Allah’ın koruması altındadır.
Sanatkâr çevresinde dünyada olup bitenlere seyirci kalmaz, kalamaz, kalmamalıdır. Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in, “Kazanda su kaynasa sanki ben pişiyorum/Bir kuş bir kuş öldürse ben can çekişiyorum” mısralarıyla ifadesini bulan ruh haline sahiptir ukba sevdalısı hakikatli ustalar. “Ne kadar naifmişim meğer… Hastalandım, maç seyreder gibi canlı yayında Filistinlilerin ölümünü izleyemedim. Tükendim… Bazen anlatmak istediklerimizi kelimelerle ifade edemiyoruz, elbet dua etmeliyiz, hem de en sıkısından” mülahazalarını dillendirirken kirpikleri gözyaşlarını tutamayan sahip ustamız bir yandan dilinden duayı eksik etmiyor, diğer yandan da eserlerinden elde ettiği gelirlerle mazlum Müslümanların imdadına yetişmenin gayretinde bulunuyor.
Sanat ulvi bir uğraştır. Sanat, sanat için yahut toplum için değil, Hakk ve hakikat için yapılır, ez cümle sanat bizatihi inanç içindir. Böylelikle sanat bir haz, avuntu ya da eğlence değildir ve öyle de olmamalıdır. Çok yüce bir şeydir sanat. Çini ustasına göre sanat, insanların bilincini ve aklını, duygu alanına aktaran bir insanlık yaşam aracıdır. Buhranlar içerisinde kıvranan dünyamız ve cemiyetimiz bu araca öylesine muhtaç ki!
Bu yazının kahramanı, talebesiyle, çevresiyle sanatkâr dostlarıyla her şeyi paylaşıp ilminin zekâtını bi-tamamiha veriyor Bir gönül dostunun talebelerinin irfanında kolayca yer etmesi için latife babında söylediği مَنْ قازارا چوقوراً لأخيهِِ فقد دُشَرَ كندوسِى ؛“ "Men kazara çukuran li-ahîhi fekad düşere kendûsî” kelâmını aklından, hatırından çıkarmayıp bu hususta “Ekmeğim aşım helâl olsun yiyene, içene. Ama hakkım helâl değil; dost gibi görünüp kuyumu eşene…” diyor ve ekliyor: “İnsanlar arada bir dönüp kendi karakterlerini ‘check-up’tan geçirseler, kötü taraflarını tedavi etseler, iyi taraflarını güçlendirseler ne güzel olurdu!” Bize bu hissiyata yönelik içten bir “eyvallah” demek düşüyor: Eyvallah!
Bir zaman kendisine nâmı büyük Ankara’nın sanat ortamına dair bir sual tevcih ettiğimde şunları söylemişti: “Öyle güzel bir rengin boyasına boyanmışım ki, bence atmosfer harika... Ankara'da güzel işler yapılıyor, daha da güzelleşecek her şey inşallah… Yıllardır bu sanatların tırnak tutması için kadim şehirde bıkmadan, usanmadan çalışan tüm ustaların yolları açık olsun… Bayrağı alan koşmaya devam ediyor ve Ankara’da geleneksel sanatlar gittikçe büyüyen bir ilgi görmeye başlıyor.”
Ankaralı ustanın en sevdiği şeylerden biri de tek başına duygularını çiniye aktarabildiği zamanlar… Öncelikli olarak yapmak istediği şey; klasik Türk ebrusunun yaşayan pîri Alparslan Babaoğlu’nun da yaptığı gibi seçerek aldığı öğrencilerini çıraklıktan, kalfalığa ve oradan da ustalığa taşıyabilmek. Bu uğurda vaktinin büyük bölümünü atölyesinde geçiriyor. Atölyesi onun yaşam alanı... Ders günlerinin haricinde, çalışmak-üretmek ve yeni projelere hazırlanmakla meşgul oluyor. Kendini çiniye öyle kaptırıyor ki çoğu zaman hayatı sadece atölyede olup bitenlerden ibaretmiş gibi sanıyor.
Çark başında eser, çamur, hayâl aheste aheste dönüp şekillenirken o da tarafını seçiyor… Hakk’tan yana dönüyor, ruhu, düşünceleri Mescid-i Nebevi’yi ziyaret edip geliyor, lakin çark ustasının naif nabzı Ravza-i Mutahhara’nın asırlık çinilerinde atmaya devam ediyor.
Suluhan’daki atölyesinde çini çalışırken tüm mevsimleri yaşıyor… Bahçeye bakarken gözleri uzaklara dalıp “Bazı hayatlar aslında çok daha önceleri çakışmalıydı, geç kalmış dostluklara bugünlerden selâm olsun...” diyor.
Makinist, Anadolu türküleri söylerken, tren hızla geçerken köylerden, şehirlerden ve renklerin en güzeli yeşillerden, onun da içinden şiirler; çini rengine boyanan öyküler geçiyor... Bense bu yazıyı güncellediğim bir Perşembe gününde memleket şairi Faruk Nafiz Çamlıbel’in hoş âvâzına kulak veriyorum.
(…)
Sen kubbesinde ince bir mozaik arar da
Gezersin kırk asırlık bir mâbedin içini
Bizi sarsar bir sülüs yazı görsek duvarda,
Bize heyecan verir bir parça yeşil çini
İbrahim Ethem Gören/05.09.2024 Yazı No: 611