Yazar Bekir Tuncer Salihoğlu ile köyünden öğretmenlik yıllarına; hikâyeden hakikate yol bulan bir sohbet gerçekleştirdik.
İbrahim Ethem Gören: Bekir Bey sizi tanıyabilir miyiz?
Bekir Tuncer Salihoğlu: Konya Ereğli Kutören kasabasında doğdum. İlkokulu Ereğli’de okudum. 1970-1977’de Bolvadin İmam Hatip Lisesi’ni bitirdim. Lise sıralarında, 1976’da “Bolvadin Hakikat” gazetesinde “Tokmak” köşesini Salihoğlu imzasıyla yazdım. Kadir Çalışkan’ın yazıp yönettiği, Hz. İbrahim piyesinde Hz. İsmail’i oynadım. O yıllarda Millî Gazete, Çatı, İslamî Hareket, Şûra, Şehâdet, Girişim, Diyânet, Kırtasiye-Ofis dergilerinde yazılarım yayınlandı.
Âlâ…
Gençlik Buhranı makale yarışmalarında Konya’da ikinciliğim, Hicret Dergisi makale yarışmasında mahlas ile Türkiye çapında 6’ıncılığım vardır. Sonradan fakülte ismini alan Yüksek İslam Enstitüsü’nden mezun oldum. Okulumun “Kültür Edebiyat Kolu Başkanlığını yürüttüm. Eş zamanlı olarak MTTB’de Tiyatro Müdürlüğü vazifesini; İslâmî Değerleri Tanıtma Derneği’nde İkinci Başkanlık görevini deruhte ettim. Konya’da 1979’da yazmış olduğum “Buhran” adlı tiyatro eserini üniversiteli arkadaşlarımı çalıştırarak yönetmiş ve bir vakıf adına sahnelemiştim. 1981’de Konya İlahiyat Fakültesi’ni bitirdim. Öğrenciliğimin yanı sıra 1977-1981 yılları arasında Diyanet bünyesinde görev yaptım.
Sonra…
Konya’da münteşir, “Türkiye’de Yarın” gazetesinde haftalık, “Gençlik ve Sanat–Edebiyat” köşesini çarşamba günleri doldurdum.1987’de yönetici olarak bir grup hacıyı Mekke’ye götürdüm. Böylece hac farizamı ifa ettim. 1982-1988 tarihleri arasına Bayrampaşa İnönü Endüstri Meslek Lisesi’nde öğretmenlik yaptım, Sağmalcılar Cezaevi’nde hükümlülere dersler verdim. Askere gitmek üzere öğretmenlik mesleğinden istifa ettim. Askerlik dönüşü ticarete atıldım. 1989 yılında başladığım serbest ticaret hayatım devam etmektedir.
İstanbul’da yayın yapan bir radyoda “Yolcu” mahlasıyla program yaptım. Hikâyelerim,
Marmara’ya yayın yapan bir radyoda; “Elma Şekeri” adlı programda çocuklara; Sanat Müziği eserleri eşliğinde “Gün Batımı” adlı programda büyüklere okundu.
2004-2007 yılları arasında İstanbul Ticaret Odası’nın 65. Grup Kâğıt-Kırtasiye Komitesi’nde bulundum. 2007 yılında komşu işyerindeki elim bir kaza neticesinde işyerim yandı. Sonrasında ticarete sıfırdan başladım. Halen Kırtasiye ve Matbaacılık sektöründe hizmet vermekteyim.
Anadolu Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, Akdeniz Üniversitesi, Fırat Üniversitesi ve Gazi Üniversitesi’nden mezun beş çocuk babasıyım.
Hikâyelerim, İstanbul ve Ankara’da yayınlanan Türk Dili, Yedi İklim, Ay Vakti, Dil ve Edebiyat, Halk Edebiyatı, Diksiyon ve Edebiyat, Nüktedan ve Cümle mecmualarıyla okuyuculara ulaştı. Halen bu meyanda dergiler için yazmaya devam ediyorum.
Tevellüdünüze müşfikâne nazar edelim…
Doğum tarihim cüzdanımda 15-12-1955 şeklinde kayıtlı.
Köyünüz için de büyükçe bir paragraf açalım…
Köyümüz Kutören Konya Ereğli’ye 45 kilometre uzaklıkta, bir o kadar da Aksaray’a mesafeli. Karapınar’a da aynı mesafede sayılır. Karacadağ bölgesinde. Yerleşim itibariyle kurak ve insanların yoğun olduğu sulak bölgeden uzak. Özellikle Toroslardan fışkıran İvriz suyu, bereket timsali kabatma ve İpekyolu güzergâhından hayli uzak bir yerleşim bölgesindedir.
Köyümüz Kutören adını Kuytu ören yeri anlamından alıyor. Kazılan ve kayaların arasında kilise kalıntılarına da rastlıyorduk. Kuytu bir yer seçmiş atalarımız kuş uçmaz kervan geçmez yer. Buranın tarihi 1200’lere kadar dayanıyor. Daha ilerisi kazılardan sonra anlaşılır. Ani düşman saldırı ve baskınlarından gizlenmek köy dağ başına kurulmuş bir nevi. Moğollardan ve eşkıya baskınlarından bu şekilde korunmuşlar.
Türkmenler yerleşim yerlerinde bahsettiğiniz kıstasları göz önünde bulundurur. Türkmen köyünden mi söz ediyorsunuz?
Evet… Öz be öz, eski ve köklü bir Türkmen köyüdür. Yerleşmiş âdet, örf, dil ve terimler ile özdeyişlerimizden ve dahi ev yapılarından bu keyfiyeti rahatlıkla görebiliyoruz. Günyüzü görmemiş terim ve atasözlerimiz var. Köklü bir aile yapımız vardır.
Merkezde köy, çevresinde ekim, dikim ve hayvancılık için obalarımız vardır. Yirminin üzerindeki obalar her boyun, sülale ve soyun kendisine göre adlandırılır. Hacı Hasan obası, Akyay, Doğlatan, Hırlak’ın Obası, Aceroba, Obruk, Mumunn gibi. Kışın köye tüm ahali döner. Baharla birlikte yaz mevsimi yaylalarda geçirilir. Harman, hasat zamanıdır. Koyun kuzulama, süzme yoğurt hazırlama, peynir, yağ çömleğe, deriye basma zamanıdır. Yayla evlerimize buzdolabı daha yeni teşrif etti! Her evin önünde bir metre derin kazılmış içinde yiyecek muhafaza edilen “Bastırık”ları vardır. Tereyağı orada doğal haliyle aylarca kalır. Ani gelen Tanrı misafirlerine tuzlanmış, etler, kafası koparılmış tuza yatırılmış tavuklar ikram edilir.
Yaylalarda bir yıl, çetin kış boyunca yiyecek un, buğday, boy sıra dizilmiş yufka ekmek hazırlanır. Böylelikle köylülerimizin neredeyse bir yıl boyunca şehre ihtiyaçları kalmaz.
Köylülerinizin meşrep ve meslekleri…
Tamircilik ve sanatkârlıkta bölgede nam salmışlardır. Ticaretine su karışmamıştır henüz. Gözü kapalı alışveriş yapabilirsiniz. Bir ürün buğday, halı, kilim iyiyse iyidir. Milyon verseniz kötü mala iyi demezler. Köylü ticaretine hile karıştıranları dışlar, adını dokuza çıkarır.
Köylülerimiz ancak düğün, dernek, nişan olursa pırtı çıkarmaya, gelinin evini döşeyecek kadar giysi ve mefruşat almaya kasabaya gider. Harman veresiye… Cepte nakit taşımaya ihtiyaç yoktur.
Etrafı dükkânlarla çevrili köy meydanında araba tamircisi, bakkal, manav, kahvehane vardır. Halı, kilim, savan, sergi, çadır, yastık, seccade dokumaları ile ev halkı tezgâh başında kendi kendilerini eğitmektedir.
Köy odası vardır içerde tezek, kemre yanar, üzerinde kahve kaynar büyük Aksaçlılarımızın içeceği. Akşamları ihtiyar meclisi toplanır. Gençler ve çocuklar onların anlattıklarından ders ve bilgi kapabilmek için ağızları açık pürdikkat dinler. Fazla açılmayayım, öyle bir köyde doğmuşum kötü yatı, ölür, yaşamaz düşüncesiyle düşe-kalka, üstsüz başsız, üryan çıplak kendi başıma büyüdüm. Anam, babam, ağabeyim ablam dâhil kimsenin beni kucağına alıp sevdiğini hatırlamıyorum.
Çocukluk ve ilk gençlik yıllarınızdan, köyden portreler istirham edeyim kelâmın bu yerinde…
Köyde doğdum ama uzun süre orada kalmadık. Yerinde duramaz, zapt edilemez, haylaz bir çocukluk yaşadım. Çıkmaz bir sokakta büyüdüm. Tüm sokak ahalisi ile bir aile gibi olmuştuk. Bayramda sofralarımız bile birdi. Haylazlığım tüm sokağı değil mahalleliyi illallah ettirmişti. Babam manifaturacıydı. Eski deveci esnafındandı. Deve yükü ile Aksaray ve Koçhisar’dan köye mal taşır, ticaret yaparmış. Akşam ellerinde ağlayan çocuklarıyla kapının önüne komşular sıralanır, camiden dönen babama şikâyetlerini sıralardı.
Yarım asır öncesine dönüp bakıyorum da bugün bana yapılan zulümlerin, bereketsizliğin ve yerleşik bir mekâna sahip olamamamın, elimde avucumda biriktirdiklerimi yakın-uzak, tanıdık-tanımadık, kardeş-akraba birilerinin çarpıp gitmesinin sebebi çocukluğumda aldığım beddualar mıydı acaba diye kendimi hesaba çekiyorum.
Bekir Tuncer Salihoğlu: İnsanın arkadaşı olmalı.
İnsanın arkadaşı olmalı, bir cümlesi bir hayat değiştirebilmeli. Akla gelmeyen bir dokunuş çocuğunun hayatını kurtarabilmeli. Toplumu sulh ve selâmete çıkarabilmeli. Tersi de olabilir tabii ki.
Babamın, “ne yapacağız bu çocuğu? Nasıl başa çıkacağız, nasıl kurtulacağız sokağın şikâyetinden?” diye saç baş yolduğu, namazların sonunda yalvardığı, arkadaşlarına yakındığı bir zamanda bir esnaf arkadaşı:
-Yatılı Kur’an Kursuna ver; kurtul. Gerisini onlar düşünsün, demiş.
Kur’an Kursu hayatınız ne kadar sürdü?
Yatılı Kur’an Kursunda altı ay kadar okudum. Bu süre zarfında çıkmaz sokak, mahalle biraz nefes almış! Eve izinli geldikçe camide Kur’an okudum, müezzinlik yaptım, çocuk sesiyle kıraat ettim ezanlarla mahalle çınladı! Bu sefer mahalleli cemaat -özellikle müezzinlik yapar, Kur’an okurken- gizli gizli gözlerini silermiş. Babam sonradan anlatıyor. Çok endişeliydi. Bu çocuk bir düzine çocuğa bedeldi!
Akranlarınızla aranız nasıldı?
Nasıl olacak! Yüzümü ocak karasına boyar, hortlak gelmiş gibi arkadaşlarımı korkuturdum köşe başlarında aniden karşılarına çıkarak. Haylazlığım hırsızlık ve harama el atmak, küfre dil uzatmak yönünden değildi. Çalmaz çırpmaz, komşunun meyve bağlarına girmezdim. Nene ve çocuklarlaydı benim haylazlığım. Her türlü korkutuculuk oynardım onlarla. Köpek sesi, ani kedi miyavlaması ile ateşe düşmüş gibi kaçarlardı benden.
İlkokulda başladım simit satmaya. Mahalleye simitle kahvaltı yaptırmak benim görevimdi. Simit bittiği zamanlarda bile boş tabla ile sokakları dolaşır çocukları “Anne bana simit al” diye ağlatır, peşimden elinde paralarıyla ağlayan çocukları koştururdum. Sonra boya sandığı ile boyacılık, koltuk altında gazete satıcılığı… Üç tekerli araba ile sebze satmak.. Mangalda mısır ütüleyip satmak. Daha Neler neler! Bunları yapmasam beni evde uslu uslu tutamazlardı zaten.
Sonra…
Babam bir gün “seni İmam Hatibe vereceğim” dedi. Konya, Afyon, Niğde en yakın yerler. Bildiğimiz iller arasında. Ben haritadan en uzağını seçtim. Macera olsun, sık sık kaçıp kaçıp gelmeyeyim diye. Orta bölümün ikinci veya üçüncü sınıfında Türkçe öğretmenimizin unutamadığımız bir hatıra, anı, hikâye ödevi vermesiyle yazarlığım başladı. Öğretmenimiz sınıfa, elinde ödevimi yukarıya doğru tutup göstererek “Arkadaşlar! İleride bu arkadaşınızın kitaplarını vitrinlerde görürseniz şaşırmayın. Çok güzel yazı sitili ve anlatımı var” diye seslenişini unutamıyorum.
Lise yıllarınız…
Lise dönemimde de edebiyat ödevlerim bana hiç dönmedi. Hep öğretmenlerimde kaldı. Lise birinci sınıfta Bolvadin Hakikat Gazetesi’nde ilk hikâyem yayınlandı. Orada adım, oyadım açıkça yazdığı için okul disiplin kurulundan “kınama” cezası aldım. Akabinde “Salihoğlu” mahlasım imdadıma yetişti. Sonra, İstanbul Çatı, Mili Gençlik, İslâmî Hareket ve günlük gazeteler sırayla takip etti.
O sıralarda öğretmenlerimin teşviki ile “Peygamberimizin Hayatı” kitabını yazmaya başladım. Yarıya geldim, Efendimiz Aleyhisselâm’ın doğum tarihinin içinden çıkamadım!. 571 mi yoksa 570 mi olacaktı! Çok farklı kaynaklarda her iki tarih de vardı. İçim elvermedi 71 mi, 70 mi yazmalıydım diye. Öylece kaldı. Belki yazsaydım bugün baskı üstüne baskı yapardı eminim. Sonraki yıllarda da, üniversite yıllarımda da “eserini basalım” diyen yayınevlerini -başta Diyanet Yayınevi olmak üzere- “bana ait üslubum henüz oluşmadı, yerine oturmadı” gerekçesiyle kabul etmedim. Bugüne kadar da aynı gerekçe ile bekledim. Her yazarın bir yazış şekli ve oturmuş üslubu vardı. Necip Fazıl, Cemil Meriç gibi fikir adamları, Şevket Bulut, Mustafa Kutlu gibi hikâyeciler, roman yazıcılarımız vardı. Bir tahlilcinin çıkıp da “Salihoğlu filan yazarı taklit etmiş, etkisinde kalmış” demesini istemiyordum. Bugün eserlerimi hangi yazara takdim etmişsem bilinen tüm yazarlardan farkı olduğumu söylüyor ve takdir ediyorlar.
Hangi mülahazalarla Yüksek İslâm Enstitüsü bölümünü tercih ettiniz?
Yol gösteren, fikir veren, yetiştiren, yönlendiren olmadı. El yordamı ile büyüdük. Teslimiyetle… İmam-Hatibin tek yükseği var, o da İslâm Enstitüsü diye biliyorduk. Edebiyatı da sevmiştim. Ahmet Kabaklı ve Mehmet Kaplan’ın ciltli eserleri benim el kitaplarım arasındaydı. Bolvadin’de okumuş olmamız, buranın kaza olması hasebiyle bazı derslerimizin boş geçmesini iktiza ediyordu! Bu sebeple parasız yatılı imtihanını kazanamamıştım, boş geçen derslerden soru geldiği için. Bununla birlikte burs sınavında birinci geldim. Okulun en sevilen öğrencisiydim, ilk akla gelen. Hatta sevilen en iyi kalecisiydim de… Bando, mehter, tiyatro, kasa-minder spor, 19 Mayıs gösterileri, Kültür ve Edebiyatta yazar anmaları deyince ilk ben ve hazırladığım ekip akla geliyordu.
Teşekkür ya da takdir almadan üst sınıfa yükselmedim. Ankara Milli Eğitim Müdürlüğü okulumuzdan saygılı, disiplinli, çalışkan okulu temsilen üç öğrenci istemiş Samsun Gençlik Kampına göndermek için. Hocalar ilk beni seçtiler ağız birliği ile. Sonda diğer arkadaşlarımı…
Bizi okutan tüm hocalarımız da Yüksek İslâm Enstitüsü mezunu idiler. Bir bakıma onların izine basa basa yürüdük, onlar gibi idealist öğretmen olmak istiyorduk.
Eyvallah… Konya’daki üniversite yıllarınıza gidelim…
“Oku” mecmuasının yazı kadrosu ile tanıştım. Fiili hizmetine dâhil oldum. Çünkü ortaokulda abone olmuş, takip ediyordum.
İlk sene okulun duvar gazetesini çıkarmaya başladım. Vahdet. Yine ilk sene okulun talebe derneğine Kültür Edebiyat Kolu başkanı olarak seçildim. “Konya’da Yarın” gazetesinin orta sayfasını Çarşamba günleri Kültür-Sanat-Edebiyat olarak çıkarmaya başladım.
MTTB’nin voleybol takımına girdim. Kungfu, Teakvondo çalıştım. MTTB’de Tiyatro kolu başkanıydım. Özel gün ve gecelerde konu ile ilgili müsamereler yaptık arkadaşlarımızla. Hâlâ hatırlardadır. O günler Necip Fazıl’ın külliyatını bitirmiş, Cemil Meriç’e geçmiştim. “Buhran” adlı bir de oyun yazmıştım. Hayra Hizmet Vakfı Kültür Müdürü eseri MTTB Başkanına sunmuş. Bana anlatılan:
-Başkan, gözyaşı içinde okuduğu bu eser için “mutlaka sahnelenmeli. Ne gerekiyorsa yapın, tüm maddi masrafları karşılayın. Vakfımız adına sahnelensin! demiş.
Bu keyfiyeti bana ilettiler. Kolay, dedim. Kolları sıvadım Vakıflar Öğrenci Yurdu’ndan 15 üniversiteli arkadaşımı çalıştırarak sahneledik. Büyük ses getirdi. İki gündüz iki gece ful salon. Yüksek İslâm Enstitüsü Müdürümüz 80 darbecilerinin de teklifiyle:
-Bizim için de bir oyun sahneler misin? Buyurdular!
-Hemen. Yazmaya başladım. Yazdığım sahneleri ezberleyip ve oynuyorduk. Yazmada geç kaldım. Daha doğrusu istediğim olgunlukta olmayınca yazılmış bir eseri “Vatan Uğruna” adı ile erkek arkadaşlarıma göre yeniden düzenledim. Ramazan Atılgan’ın Höyük aldı eseriydi. Senaryoda vatanı koruma sahneleri ve bomba seslerine ihtiyacımız vardı. Sahnelemek için silah ve mühimmat ne istedimse vereceklerini söylediler. Ben tüfek ve tatbikat mermilerinin yeterli olacağını söyledim. Ordu mensupları, generaller ve hocalarımız başta olmak üzere iki gece, bir gündüz de bunu sahneledik. Değme tiyatroculara taş çıkartacak cinstendi.
Konya bölgesinde makalede birincilik ve ikinciliklerim var. İslami Değerleri Tanıtma Derneği’nde 2. Başkandım. Hicret Dergisi’nin açtığı bir yarışmaya mahlas ile katıldım. Türkiye genelinde altıncı oldum. Diyanet Dergisine yazdığım yazılar hutbe olarak Türkiye’de camilerde okundu. Türkiye genelinde dağıtımı olan ve büyük tirajı olan Şura Dergisi orta sayfada yazımı yayınladı.
Öğretmenlik yıllarınız…
İstanbul’a tayinimin çıkacağını biliyordum. Kalp gözü açık halam gözünü kapatarak yerini bana tarif etmişti. Beni engeller bekliyordu aşmam için. O yıllar 1981-82 şartlar çok çetindi. Benimle birlikte tayin olan 14 arkadaşımdan 13ü geri gitmişti.
Neden?
Maaşa nazarla ev kiraları çok yüksek… Bir maaş karşılığında 22 bin lira aldığım zaman buzdolabı 70 bin lira idi ve “ucuz aldık” diyorduk. Küçük tüpte yemek yaptık. Soğuk suda banyo yaptık. -Dağda koyun, keçi güden yörüğe sormuşlar “senede kaç kez banyo yaparsın?” diye. O da “iki kez” cevabını vermiş: “Bir karda yuvarlanırım, bir de peynir suyunu dökünürüm.” Biz dahi karda yuvarlandık. Peynir suyuna dökündük.
Sonraları 100 bin maaş aldığım zaman 105 bine ev tuttum kiraya. Geceleri çalışıyordum. Seyyar… Lisedeki öğrencilerimle tezgâh başında sohbet ediyor, çorap, çamaşır satıyordum onlara. Okulda bilgi ve becerimle saygınlığım yerindeydi. En çok sevilen öğretmen seçilmiştim. Seyyar satıcılıktan parayı bulduk ya öğretmen arkadaşlara borç vermeye başladım. Sonraları borç istemesinler, gururları kırılmasın diye fon oluşturdum. Her ay bir arkadaş o fondan para çekiyor, acil ihtiyaçlarını karşılıyordu. Dışarıdan borç talep etmek, bakkala borç yazdırmak sayemde kalkmıştı. Öğrencilerimi spora çalıştırdım. Kasa-Minder. Öğretmenler gününde gösteri yaptılar başkanlığımda. Galata Köprüsü, Eminönü, Vezneciler, Beşiktaş, Kadıköy İskelesi, Bankalar Caddesi, Taksim, Kadıköy Altıyol… ikinci adresimdi. Geceleri tamamen çalışıyordum seyyar satıcı olarak. Gündüz külâhlı, gece silâhlıydım. Yani kılık değiştirerek satış yapıyordum. Fazla gizleyemedim tabi. Ailemden ve çocuklarımdan mahrumdum. Onları göremiyordum. Bayram, seyran, arefe günleri, öğrenci sınav günleri, maç zamanları, şehirlerarası maçlar… İzmir, Trabzon, Ankara günübirlik satış yerlerimdi. İş güzel oluyor fakat çocuklarımı sevemiyordum. Biraz da para, altın biriktirmiştim. Sonra kaptırdım tabii ki. 33 yaş sınırını aşmıştım. Askeriyeden çağırıyorlardı. Çok sevdiğim, çilesine katlandığım lise öğretmenliğinden İstifa etmek zorunda kaldım. Askere gittim. Bir daha da bu kutlu mesleğe geri dönmedim İstanbul’un maddi şartlarından dolayı. Şimdi aynı sıkıntıyı Sınıf Öğretmeni olan kızım yaşıyor.
Ticaret hayatınızı da sual edelim…
Ticaret hayatım ayrı bir paragraf… Yüzüm yumuşak olduğu için çok zarar ettim. Çarpılmak için yaratılmış gibi. Yüzün yumuşaksa gelen geçen iyi tokat yapıştırıyor anlayacağınız. Tövbe tövbe…
Dünden bugüne, içinden kelimeler, cümleler, terkipler ve hayatın orta yerinde konumlanan hikâyeler geçen yazarlık serencamınıza müşfikâne nazar edelim…
Bir radyo programcısı çocuk programlarında okunmak üzere hikâyeler istedi. Zaten birikimim vardı. Kafam hınca hınç hikâyelerle doluydu. Yer yer notlar alıyordum. O dönemde bilgisayar ile henüz tanışmamıştım.
2007 yılında 30 yılımın birikimi matbaam tamamen yandı. Eşim ayrıldı, sonra rahmet-i Rahman’a kavuştu. Yalnız kalmıştım. Kendimi yazıya verdim. Teselliyi yazıda buldum. Yazıda teselli bulmasaydım belki çıldırabilirdim belki de kim bilir sinir krizi geçirip çaresizlikten felç olabilirdim. Sıfırı tüketmiş, eksiden yeniden başlamıştım. Hayata ve ticarete yeniden başladım.
Yazar Salihoğlu: Hayatım hikâye!
2011 yılında on parmak daktilo kursuna gittim. Birlik Vakfı’nda Eskader Yazı ve Editörlük kursu acımı biraz tedavi etti.
Dergilere gönderdiğim yazılar tek tek çıkıyor, takdir ediliyordu. Biriken yazılar kitap haline geliyordu.
Hikâye, kitap, okuyucu, tefekkür nezdinizde hangi karşılıkları buluyor?
Hayatım hikâye. Konuşmam, yazmam, nasihatim... Her şeyim hikâye. Bazı toplantılarda söz hakkı veriyorlar. Hikâyemi tiyatrolaştırarak tek kişilik oynuyorum o anda.
Cümle Dergisi, Mehmet Akif hakkında yazı istedi. “Gönderemem, ancak hikâye yazarım” dedim ve yazdığım hikâye takdirle dergiye girdi.
“Eskader Başkanı Şerif Aydemir hakkında konuş, yakînen tanıyorsun” dediler. “Hayır, ben onun hakkında ancak hikâye yazarım” dedim, yazdım. Ayasofya için de aynısı oldu.
Düşüncem hikâye. Konuşmam hikâye…
Düşüncem hikâye. Konuşmam hikâye… Bir yakın akrabam yeni evlendi, eşiyle araları limoniymiş. Bağ, koptu kopacak. Hemen tavsiye niteliğinde hikâye yazdım karı-kocaya gönderdim. Düzelmişler… Bir mezar ziyareti yaptık Merhum Zaptiye Ahmet’e ait. Mehmet Nuri Yardım beni iyi tahlil etmiş ki “Bu konuda senden bir hikâye bekliyoruz” dedi. “Elimde şu an yarımlı o var. Ben yazarım. Okunur okunmaz okurun bileceği bir konu” dedim. Gerisine karışmam. Takdir edilir mi demeyeceğim, hemen hemen tüm yazar arkadaşlarım ilk eserden itibaren bir yere koydu. Ben de o yerden düşmemeye çalışıyorum.
Çakı Çakmak Ayna Tarak ile devam edelim…
İlk göz ağrım. Hangi yazara vermişsem elinde kaldı. Hakkında takdir dolu bir şeyler yazdılar.
Bizim Kral, bugünün ve yarının okuyucularına neler anlatıyor?
Çakı Çakmak Ayna Tarak ile yakaladığım ivmenin tesadüfi olmadığının kanıtı. Devamının geleceğinin habercisi oldu. Aynı sevgiyi bu eser de gördü. Şükür…
“İkindi Çayı”, ‘beş çayı’na nazire mi?
Beş Çayı’nda okunan bir eser. İsmini Mehmet Cemal Çiftçigüzeli koydu. “Otobüste, trende, trafik sıkışıklıklarında, tatilde, molada senin kitabı okuyoruz” diyenler hayli fazlaydı. Kısa kısa hikâyeler. Batıda “short story” diyorlarmış. Tiryakisi olan arkadaşlarım devamını istiyorlar bir kitapta 10 kadar hikâye yerine 30-40 hikâye istiyorlar, veya 70, 80 sayfalık, bir günde okunup bitirilen hikâyeler talep ediliyor. Belli bir sitilim vardı. Bazen küçük bazen büyük yer tutuyor. Hikâye bitmeden ben karar veremiyordum. Ancak bitti deyince bitiyordu. İnanın benim elimde değil.. Kimi bir hafta sürüyor, kimi bir ay…
Okuyucularımıza “Beyaz Gelincik”in hikâyesini ustasının lisanından nasıl aktarırsınız?
Kitap kapağı kitabın kaderini belirlermiş. İsmi de… Bazı kapaklar kitabı sattırıyormuş içi boş olsa da! Bazı kapaklar da ittiriyormuş kitabı alma diye. Beyaz Gelincik’in ilk baskısı için iyi bir kapak hazırlayamadım. Aslında At ve Genç kız… Ressamın çizdiği iyi bir tabloydu. Baskıda ve tanıtımda hakkını veremedik. Ceviz gibi. Dışı tahta, içi vitamin. Yeni baskıda kapak değişikliğine gittim.
Yara’da bu toprakların hangi yaralarına derman olmanın gayreti içinde bulundunuz?
Yarada -aramızda kalsın- biraz hayatımdan, çocukluğumdan izler var. Bir de okuduğum köy romanları ve hikâyeler… Ya ben köylü çocuğu değilim, ya da bana “köy romanı, köy hikâyesi” diye okuttukları hikâye ve roman değil. Yara’daki “Tilki Yaktı” Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın “Türk Dili”nde yayınlandı. Tam bir köy hikâyesi. Yara da öyle…
Şimdi zamanda yazı masanızın üzerinde neler var?
Belki 6’uncı kitap oluşmuştur. Bakamadım, yazıyorum hep. Yazmadığım zaman kendimi okula gitmemiş, derse geç kalmış gibi hissediyorum. 6’ıncı kitap için henüz toparlayamadım hikâyelerimi… Yarım yarım, kenarları ısırılmış dört beş hikâye masamda sıra bekliyor. Kafamda değirmen taşı gibi döndürüp durduklarım hariç tabii ki…
Okuyucularınızı hikâyeler özelinde hakikatin tam orta yerine götürüp derin bir tefekküre sevk ederken cemiyetimiz için neler yaptınız?
Yazarların yetişmesi için gayret eden Eskader, edebiyatçıların haklarını savunan Telif Hakları Derneği, Türkiye Yazarlar Birliği, İstanbul Yazarlar Birliği, İLESAM (Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği) ve TYZB (Türkiye Avrupa ve İslam Ülkeleri Yazarlar Birliği), Birlik Vakfı.. gibi hizmet eden kuruluşlarda bir er olarak üzerime düşeni yapmaya çalışıyorum. Dalgaların kıyıya savurduğu bir balığı suya atmam kârdır. Bir tane de olsa… Onun açısından hayatını kurtarmış olurum. Kesinlikle kayıtsız kalamam. Cürmüm kadar yer tutarım, yer yakarım. Fazlası beni aşar!
Günümüz kalem erbâbının çözülmesi gereken meseleleri nelerdir?
Bekli sadece Türkiye’mize has bir durum kalem erbabımın kalemden para kazanamaması. Kendi kendime, “yazdıklarımın ücretini almayacağım ve kitaptan kazandıklarımı öğrencilere aktaracağım, aşıma katık katmayacağım” diye söz verdim. Bugüne kadar da sözümü tuttum.
Bekir Tuncer Salihoğlu: Hikâye benim rayım!
Ona kendimi hazırladım. Yazar arkadaşlarımız da kitap ve yazıdan kazanılmayacağını bilerek yazmalılar. Sonra bekledikleri olmayınca ümitsizliğe düşüyorlar. Para kazanılacak sahalar artık farklı. Senaryo vs. Ben rayımdan çıkamam. Hikâye benim rayım. Buharlı, Kara Tren ve Hızlı Tren olmak benim maharetime, çalışmama bağlı.
Nezdinizde mezkûr meselelere yönelik ne türden çözüm önerileri var?
Meselelerden uzak duruyorum. Mümkün mertebe… Bir ara Meclisin Kültür ve Sanat yönü zayıf kaldı. Partinin yani Hükümetin gülen ve sevilen yüzü olayım diye arkadaşlarım ısrarda bulundu “Senden iyisini mi bulacaklar. Orada bizi temsilen olmalısın” dediler. Gerekli ilgi alakayı gördüm. Şimdilerde günlük meselelere ve siyasete uzağım. Günlük ve geçici meselelere dalınca asıl meseleden kopuyorsunuz. Yani hikâyeden… Kopmamam gerek teneşir tahtası ve musalla taşına kadar.
Hasbihalimize zatıâlinizin ilave etmek istediği hususlar nelerdir?
Allah her nefse kaldıramayacağından fazlasını yüklemez. Dertliyim, derdin fazlası talep edilmez. Sabırlıyım, sabrın da fazlası istenmez, meydan okumak gibi.
Salihoğlu: Dışa vurmasan da dertlerimle mutluyum.
Dışa vurmasan da dertlerimle mutluyum. Bunu niçin söyledim;
“Ey benim sarı tamburam sen ne için inlersin?
İçim oyuk, derdim büyük, ben onun için inlerim.”
Beni kalemle barıştıran dertlerdir. Ha! Hesabını, hesaplaşmayı sonraya bıraktım. O biliyor!
Son olarak okuyucularımıza nasıl bir mesaj iletmek istersiniz?
Okusunlar, okuduklarını da takdir ve teşvik etsinler. Bu yıllarda hikâye ve romanda dünyada adımızdan bahsettirmeyeceksek daha ne zaman? Hazinenin üzerinde oturuyoruz. Bu hazineler gün yüzüne çıkmalı, tanıtılmalı. Konu ve tema sıkıntısı çeken Avrupalı Türkiye’yi adım adım turluyor. Malzeme topluyor, dönüyor memleketine bize hikâye, roman diye satıyor. Bu kör döngüsü bitmeli. Artık onlar Türkiye’de kim ne yazmış diye beklemeli. Yakında olacak. Aha, işte şuraya yazıyorum. Bunu duyacaksınız. Kültür, medeniyet, ahlâkî yaşam, kanun, ceza, mükâfât… kelimelerin için dolu dolu bizde. Batınınkinin içi boş.
İlginiz için teşekkür ediyorum.
Ben dahi müteşekkirim.
İbrahim Ethem Gören/30.07.2024 Yazı No: 603