Önce onları değil, önce onların ayakkabılarını tanıdım. Bir yaz sonu dış kapının eşiğine dizilmiş, çamurlu, yırtık, topukları kırık, boyasız, düğümleri kördüğüm sıra sıra ayakkabılar.

Birden dökülüp gelmişlerdi çünkü, hazırlıksızlardı; erkekler büyük odada hep sustu, kadınlar küçük odada hep ağladılar. Ama bir başka oda daha vardı, ortasına bir tabut uzatılmış. İçinde babam yatıyordu, 38 yaşında, tıraş olmayı ihmal etmiş, bıyıkları kalın. Daha çok ağlamak isteyenler oraya giriyor, sonra birileri kollarından tutup dışarıya çıkarıyordu. Evde ölmüş babamdan başka acemi yoktu. Herkes nasıl susacağını, nasıl ağlayacağını, dizlerini nasıl döveceğini, saçlarını nasıl yolacağını, ağlarken neler söyleyeceğini biliyordu. Bir yas töreni için öyle hazırlıklıydılar ki, yaşmaklarıyla, tülbentleriyle, ihramlarıyla, yazmalarıyla, şapkalarıyla hemen toplaşıp, paylaşıvermişlerdi ölümü…

Bir gün, bütün o ayakkabılarını ayaklarına geçirmiş, bağırıp çığırarak, sokağa döküldüler. Birbirlerine taşlar savuruyor, yalnız birini yakalayınca topluca üzerine çullanıyor, yalnız yakalanmamak için korkuya kaçışıyorlardı. Söylendiğine göre kavga çok önemsiz bir sebepten ötürü çıkmıştı; çeperden atlayan bir tavuk yüzünden.  Ve çeperden atlayan bir tavuk yüzünden, birbirlerinin anaları ve avratlarına, birbirlerinin sülalelerine, ölmüş babalarının kemiklerine ağza alınmayacak küfürler savurdular. Küfretmekten, taşlamaktan, dövmekten ve dövülmekten yorgun düşünce, kadınlar erkeklerin kollarından çekip evlerine götürmeye başladılar. Bazılarının yanaklarında, bazılarının ellerinde kan vardı. Dışarıda köpek sesleri, dalları sallanıp duran kavaklar, yapayalnız bir çeşme. Sabah olunca, çevrelerini kolaçan ederek, birbirlerine rastlaşmaktan özenle kaçınarak işlerinin yolunu tuttular…

Ama bir başka gün ya silip temizlediler ya da değiştirdiler ayakkabılarını. Üç gün üç gece davul vurdu ve üç gün üç gece yanaklarını şişirip durdu zurnacı. Kızlar gelin, erkekler güvey evine doluştular.  “Kavurma koydum tasa,  ağam yar paşam yar / Doldurdum basa basa, di gel gel / Kavurmanın kurusu,  ağam yar paşam yar / Geçti kızlar sürüsü, di gel gel.” Öyle çok oynadılar ki, delikanlıların göğüsleri, kızların gerdanları tere doydu. Gelini de oynattılar avlunun ortasında; kırmızı bir puşunun altında, kollarını yana açıp, parmaklarını çıtlatarak, birkaç defa döndü etrafında. O parmaklarını çıtlatıp dururken, öteki evde damadı çimdikleyip duruyordu birileri. İri parmaklarıyla butlarını kavrıyor, tırnaklarını elbisenin üzerinden etine geçiriyor, sıkabildikleri kadar sıkıyorlardı. Üçüncü günün ortasında,  son âdete geldi sıra; zurnacı oynak havaları bırakıp, en hazin olanı çalmayı başladı, gelin çıkarma havası. Ertesi günlerde, muzipçe şöyle dediler damada: “Bu günlerde bir bağ otu bile taşıyamaz oldun…”

 Yaşadıkları yer bir derenin yatağıydı. Çok eskiden, bir kavak boyu sel geldiğini anlatıp dururlardı birbirlerine. Bir gün sel yine geldi. Çamurlu, yırtık, topukları kırık, boyasız, düğümleri kördüğüm, çoğu lastik ayakkabılarını ayaklarına geçirip, korkuyla yamaçlara doğru kaçmaya başladılar. Küçük bir kıyametin ilk anlarıydı sanki; kavgada yarılmış alınlarını, birbirlerine ettikleri ağır küfürleri unutmuş, boş kalan boşta kalan bir çocuğu kucaklamış, topluca selin suyundan kurtulmaya çalışıyorlardı. Sonunda herkes bir yamaca toplaştı ve ıslak toprağın üzerine oturup, evlerinin arasından dolanarak geçen bulanık suyu seyretmeye koyuldular. Hava öylesine ağır, sinirler öylesine gerilmişti ki, içlerinden biri “bir zamanlar öyle bir sel gelmiş, öyle bir sel gelmiş ki, suyun boyu kavak ağaçlarını aşmış” deyince, kahkahayı patlattılar. Evlerine dönerken, herkes kendi çocuğunun elinden tuttu…