On yılı aşkın bir süre önce, “Sur Kenti Hikâyeleri”ni yazarken, bu tarihi şehrin düşman tarafından yok edilmeden çok önce içten içe zaten çürümüş olduğunu ve hiçbir saldırıya karşı koyamayacak hale geldiğini bir biçimde vurgulamak istemiştim.
Bunu nasıl yapacaktım? Kentin sadece yaşlanmakla kalmayıp ahlaken de düşkünleştiğini edebiyatın içinde kalarak ifade etmenin bir yolunu bulmalıydım. Ne derece başardım bilemem ama meseleyi “koku” metaforu üzerinden halletmeyi denedim. Sur Kenti’nin her yerinde hissedilen ve nereden yayıldığı belli olmayan bir koku peyda olmuştu. Özellikle hassas insanlar bu kokuyu alıyor ama neyin kokusu olduğuna karar veremiyordu. Çöplerden ya da terden yayılan rayihalara benzemiyordu çünkü. Kokunun kaynağını merak eden öğrencilerinden birine, şehrin yamacında inzivaya çekilmiş Bilge Mansur’un kapısını çaldırdım. Öğrenci bir soru için çaldığı kapının arkasında, kendisini üzüntüye boğan başka bir sahneyle karşılaşmıştı; efendisi göç hazırlığı içindeydi. Bilge Mansur, yatmadan önce talebesine imalarla dolu bir konuşma yaptı, sabah yola çıkmadan önce de sorulmaya fırsat bulunmamış soruya kendiliğinden şu cevabı verdi: “Zamanın da bir kokusu vardır; dün senin karanlıkta hissettiğin koku zamanın kokusuydu. O koku ancak bir şehir batmaya başlayınca duyulur…”
Benim gibi tarih eğitimi almış olanlar, bütün bir insanlık tarihi boyunca kentlerin, ülkelerin ve imparatorlukların kaderlerini yalnızca düşmanlarının belirlemediğini iyi kötü bilirler. Siyasi yapıların pek çoğu, yolculuklarının ilk safhasında insanlara onların kabul edebileceği vaatlerde bulunur ve bunu da dürüstlükle uygulamaya çalışırlar. Adalet, güvenlik, gelirlerin paylaşılması gibi konularda gözle görülür bir titizlik vardır. Ama siyasi mekanizma güçlenmeye başladıkça, güçlü iktidarların alamet-i farikaları da bir bir ortaya çıkar: İktidarı ellerinde tutan aktörler, bütün uzuvlarıyla bu mekanizmanın korunması ve el değiştirmemesine odaklanır; iktidar yoluyla elde edilen refah yine ancak aynı yolla sürdürülebileceği için, bürokrasi kendi ekonomik-siyasal konumunu korumaya odaklanır; doğası gereği hep artmaya eğilimli olan maddi imkânlar küçük büyük her türden görevliyi hukuksuzluğa iter ve sonunda limitlerini doldurmuş gücün kokusu her yerde hissedilecek bir hal alır. Elbette kokunun müsebbipleri durumun fakındadır; onu temizlemek için sıkça geçmişteki mazbut günlerine göndermeler yapar, artık bir şehvet halini almış maddi hırsı terbiye etmeye çalışırlar. Bütün bu çabalar beyhudedir; ziyafet sofrasından kalkıp mütevazı yer sofrasına dönmek için kimse kılını bile kıpırdatmayacaktır. Koku yayılmaya ve büyümeye devam eder…
İnsanın sarf ettiği emek ile zaman içerisinde elde edeceği birikimin matematik ilmiyle açıklanabilecek bir cetveli mutlaka vardır. Ancak bazı dönemlerde bu cetveli rakamlarla açıklamak imkânsız hale gelir. Basitçe söylersek, birkaç yıllık bürokratlık ya da yöneticilik döneminde birikimiyle sıradan bir konuta bile sahip olamayacak insanların, emek ve kazançlarıyla açıklanmayacak bir varlık biriktirdiklerine şahit oluruz. Bu birikime, kendilerine uygun görülen gelirle sahip olamayacaklarına göre, varlıklarını kimden elde etmişlerdir? Belli ki bazıları rüşvet almakta, asıl işleri dışında başka işler çevirmekte, bazıları da rüşvet vermekte, işlerini bu yolla yürütmektedir. Bir şehrin, ülkenin ya da siyasal iktidarın batmakta olduğuna işaret eden en keskin koku rüşvetin kokusudur. Rüşvet nadiren tek kişi tarafından alınır. Karmaşık yönetim örgütlenmesi sebebiyle, rüşvetin işleyişi de bir üzüm salkımını andırır. Başka bir deyişle rüşvet için de ayrı bir örgütlenme söz konudur. Bu örgütlenme, rüşvet yoluyla elde edilen geliri kolaylaştırmayan ya da göz yummayan irili ufaklı her türden memur ve bürokratı etki alanının dışına iter. Kimi zaman da rüşvet, insani kılıflar altında alınıp verilir; hep yardım yapılması arzulanan ve belgesiz yardım yapılan bir yerler vardır. Sonunda rüşvetin kokusu onun belgesi haline gelir…
Ne yapalım, tarihin yazgısı böyle! Romalılardan bugüne, güç ve ahlak arasında hep aynı merasim gerçekleşti. Birinin girdiği kapıdan öteki can havliyle çıkıp gitti. İmparatorluğun onuru, yurtseverlik söylemleri gibi “teknik yöntemler” kentleri dolduran kötü kokunun duyulmasını ancak bir süreliğine engelleyebildi. Emekleri, yetenekleriyle değil de bir iktidarın sağladığı imkânlarla kısa sürede yükselenler, kötü kokularla birlikte savrulup gittiler. Mithat Cemal Kuntay’ın “Üç İstanbul” romanında hikâyesini anlattığı İttihatçı Adnan böyle birisiydi mesela. Veremli annesiyle küçük bir evde zar zor geçinirken birden şehrin ekâbiri haline gelmiş ama İttihatçıların düzeni bozulunca ele ayağa düşmüştü. İktidarlar yoluyla hak etmedikleri harçlıklar alanların kabullenmek istemedikleri şu oldu: Tarih, ziyafet sofrasının kurarken verdiği zevkten çok daha fazlasını o sofrayı dağıtırken geri alır. Zevkin asıl sahibi tarihtir…