Her/bir insan herkestir aynı zamanda...
Tüm duyguları, aklı, nefsi, iradeyi, zekâyı ve düşünceyi yaratan Allah tüm bunlarla her bir insanı teçhiz eylemiştir. İnsan kendisinde olan teçhizatın, cevherin tamamını veya bir kısmını veya çok azını; yaşayarak, tanık olarak, işiterek, görerek, okuyarak, tefekkür ederek açığa çıkarır, keşfeder, kendisinde olanla kendisini donatır.
Ruhun hallerinden bahseden İbn Arabî gibi...
Bir insan bildiği kelime kadar çeşitli/zengin/farklı açılardan düşünebiliyorsa, fikir sancısı çekebiliyorsa, (aynı şekilde) ne kadar çok insanla, muhitle, çevreyle, coğrafyayla, hallerle, benzerle değil farklılarla tanışmışsa o kadar çok duyar, görür, algılar, anlar, idrak eder... Basireti, feraseti gelişir. Bir insan her insanı kuşatır, kavrar. Bir bin olur.
İnsan ötekini kendinden bilir, evet!
"Kendi iyi olduğu için ötekini iyi bilir, kendi kötü olduğu için kötüyü bilir."
Bu sığ bir yaklaşımdır; zihni ve duyguları sosyalleşememiş, güdükleşmiş bayağı insanlar için söylenebilir belki; lâkin arifler, bilgeler, bilgililer, filozoflar, gün görmüşler, kanaat önderleri vb sıfatlarla anılan bir cemiyet değerindeki insanlar kendileri kötü olmasalar da kötüyü bilirler, kendileri iyi olmasalar da iyiyi bilirler.
Peygamberler tüm kötüleri, kötülükleri bilirdi; ama kötü değillerdi.
Hal böyleyken kendisini yetiştirdiği "mertebeye göre" her insanın öngörüsüne, sezgisine, hissine, fikrine, muhakeme ve mukayese gücüne, hükümlerine, basiret ve ferasetine, eleştirel okumalarının tümüne "zan, su-i zan" deyip çıkmak da bayağı/sığ bir yorum olur. (Şunu ayrıca ifade etmeliyim ki kendisini pek âlâ yetiştirmiş hiçbir insan zandan ve yanılgıdan münezzeh değildir)
Allah insanı yarattı; kelimeleri, isimleri, bilmediğini öğretti!
Büyük Türk düşünce ve bilim adımı Farabi akılda bir sezgi gücü bulunduğunu, insan zihninde doğuştan getirilen düşünceler olduğunu kabul eder. Farabi bilginin üç kaynağı olduğunu söyler. Bunlar duyu, akıl ve nazardır. Farabi'nin nazar dediği doğuştan fikirlerdir. Farabi'ye göre ayrıca insan zihninde sezgi adı verilen bir güç vardır. Sezgi, apaçık ve kesin bilgiye ulaşma aracıdır.
Sokrates’e göre ahlakî doğruların ve erdemlerin bilgisi doğuştandır yani insan dünyaya bu bilgiyle gelir. Fakat insan bu dünyaya geldiğinde bunları unutmuştur. Bu yüzden bu bilgilerin hatırlanması ve bilinç düzeyine çıkarılması gerekir. Buna Sokrates “doğurtma yöntemi” der. Gazali’ye göre ise gerçek ve kesin bilgi, sezgi yoluyla elde edilir. Bu aynı zamanda kalp gözüdür. Bergson varlık veya gerçeklik hayattır ve bunu yalnızca sezgi kavrayabilir, der. Ona göre varlığın özüne nüfuz eden sezgidir.
Müslümanların kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim “bilgi” konusunda ne der?
“Rahman Kur'ân'ı öğretti. İnsanı yarattı, ona konuşmayı öğretti." (Rahman 1-4)
“İnsana bilmediğini öğretti.” (Alak 3-5)
“Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti…” (Bakara 31)
Yüce kitabımız Kuran-ı Kerim de insan yaratıldıktan sonra ona bilginin de Allah tarafından öğretildiğini söylüyor. Yani insan doğuştan bilgi sahibidir. Yukarıda ilim/bilim adamlarının vurguladığı “sezgisel bilgi”yi de kapsar bu bilgi. Sezgi gücüyle elde edilen bilgiyi insanoğlu kolayca unutmaktadır. Yüce bilgiyi fark edebilmesi için insanoğlunun ciddi bir hatırlama sancısı çekmesi gerekir. Bu da tefekkürden, düşünmekten geçer.
İşte fikir sancısı çeken, cemiyeti, varlığı ve zamanı binlerce yıllık hikâyesine vakıf insan Allah’ın doğuştan kendisine yüklediği bilgiyi hatırlayabilendir yani bilgiye “ermiş kişi”dir. Böyle bir sancısı ve gayreti olmayan insan ise yaşadığı kadar bilir insanları, dünyayı, varlığı…
"Gün görmüşlük” insanın her halini bilen için denir, insanın her halini yaşayana değil. Ziya Gökalp'in dediği gibi insan vardır ferttir, insan vardır cemiyettir.
İnsan ötekini kendisinden bilir, evet!
İnsan cemiyeti kendisinden bilir, evet!
İnsan kâinatı kendisinden bilir, evet!
İnsan Yaratıcı'sını kendisinden bilir, evet!
Velhasıl;
İlim kendini bilmektir, kesrette vahdeti vahdette kesreti görerek...