İnsan akıllıydı ama içinde yaşadığı uçsuz bucaksız dünyanın homurtuları da pek korkutucuydu.

Geceleri rüzgâr ormanları okşadıkça büyük bir uğultu çıkıyor, bu uğultuya sayısız canlının sesi eşlik ediyor; kimi zaman şimşekler çakıyor, göğün damarları olmadık yerlerden sökülüyor; bazen vahşi hayvanlar dişlerini göstererek avlarının üzerine saldırıyor ve insanlar ellerine aldıkları taş ya da odun parçalarıyla güvenliklerini sağlamaya çalışıyordu. O zamanlar yeryüzü ter-ü tazeydi ve korkulara henüz değişik adlar verilmemişti. Korku tabiatın her yeriydi, her yerden çıkabilir, her yerden gelebilirdi; bazen bir şimşek, bazen sel, bazen vahşi bir hayvan, bazen tutuşmuş bir orman, bazen de ‘adem’in ademe fırlattığı bir kaya olarak. İlk insanlar zaman içinde bu büyük korkuyu ayrıştırıp, her birine ayrı adlar vermeyi başardı. Bir korkuya ad vermek, onunla tanışmanın, niteliğini çözmenin ve ona yalvarmanın ilk tesellisiydi…

 İnsan akıllıydı; sürekli korkarak korkularını alt edemeyeceğini çabuk anladı! Korkmaktan kurtulmak için korkutmak da gerekiyordu. Ama elinin altındaki şu ilkel silahlarla, şu taş ve ağaçlarla bunu yapamazdı. İmdadına toprağın bir yerlerinde hazır bekleyen maden cevherleri yetişti: Bakır, tunç, demir. Özellikle demir, korkağın kibrini okşadı. Zamanla işleyip halden hale soktu bu madeni; sivriltti, inceltti, keskinleştirdi. O artık insanın dişleriydi; daha az korkarak ava çıkabilir, hamlelerinin sonucuna daha fazla güvenebilirdi. Demirden çok etkilenmişti üstelik; onun cevherinin gökten olduğuna inanmış, onu işlemeden önce ayinler yapmaya başlamıştıı. Uzak Asya’nın demircileri mesela, demir madenine inecekleri günün gecesinde asla karılarına yaklaşmazlardı. Yüce güce, bu hediyesi karşılığında saygısızlık etmek olmazdı elbette. Kralın tanrıyla buluşmasının ilk önemli adımıydı “demir ve ayin…”

 İnsan akıllıydı; demirin yalnızca bir demir olarak kullanılmasının verimsizliğini görebiliyordu. Bir ok ucundan, bir kalkandan, bir kamadan ya da bir kılıcın keskin kenarından daha fazlasına ihtiyaç duyuyordu artık. Onu böyle bir ihtiyaca zorlayan tabiatın korkutucu uğultusu değil, birbirine karşı demir şakırdatmaktan gelen yorgunluktu. Bir gün Çinliler barutu keşfettiler ve insanlık hiçbir ayine ihtiyaç duymadan barutu demire gelin etti. Hiçbir gerdek bu buluşmadan daha ateşli olamazdı. Tanrının yarattığı demirde hep bir eksiklik vardı ve gücünü de sınırlayan bu eksiklik nihayet yeryüzünün ahalisi tarafından tamamlanmıştı! Barutla ilk karşılaşan Amerika yerlilerinin çaresizliği bu gün bile ‘insan’ın kanına dokunur. Ama çaresiz olanlar yalnız onlar değildi: Büyük topların namlularının ucunda bekleyen kaleler de en az onlar kadar çaresizdi. Demir için yapılan ayinler azaldıkça azalıyordu; kralın tanrıyı saymamaya başlamasının ilk adımıydı “demir ve barut…”

 İnsan akıllıydı ve barut demiri ısıtıyordu sürekli. Bazen toplar topun içinde patlıyor, bazen namlular tutukluluk yapıyor, bazen de barut ıslanıveriyordu. Şu da vardı ki, her güç bir süre sonra güçsüzlüğünün farkına varıyor, kendi gücü altından ezilmeye başlıyor, çaresizce öldürücülüğünün sınırlarını genişletmeye çalışıyordu. Taşın yetmediği yerde demir, onun eksik kaldığı noktada barut yetişmişti imdadına. Peki şimdi ne yapacaktı insan; baruta ne ekleyebilirdi? Bu korkular büyük oranda yersizdi. Yersizdi çünkü bazı adamlar bazı laboratuarlarda harıl harıl çalışmaktaydı ve gelecek geçmişte olduğu gibi tesadüflere bırakılmıyordu. Yeni ölümleri taçlandıracak büyük buluş hem nitelik hem de işlev açısından olgunlaştırılmak üzereydi. Bir gün laboratuarın tüplerinden müjdeli dumanlar yükselmeye başladı: Atom ve Hidrojen. Cephedekiler sevinebilirlerdi! Sonunda insanoğlu demir için yaptığı ayinleri bütünüyle unuttu ve kralı Tanrı’nın karşısında eğilmek zorunda bırakmayacak yeryüzü teslisi tamamlamış oldu: “Demir, barut, hidrojen.” Akıllı bir göz dönüp geriye baktığında, bunun da  ayinin küçük bir parçası olduğunu görebilirdi pekala!..