Bu hal bende yeni değil. Ama her seferinde sanki ilk kez duruyormuş gibi duruyor zaman.

Hatıralarım silikleşmiş, arzularım çölleşmiş, heveslerim tükenmiş bir halde, kuşkuyla kendimi inceliyorum; çok eskiden yaşamış bir başka adamın, yeri belli olsun diye etrafına çizgi çekilmiş gölgesine benziyorum. İçinde güneş unutulmuş bir adamın gölgesi bu; son bir yağmur kalmış saçlarında. Onu canlandırmak için beyhude bir çabayla telefon rehberini gözden geçiriyorum, albümden resimler çıkarıp gösteriyorum, eski mektuplardan birini karıştırıyorum: Dün annem evde yokken, bir kez daha açıp okudum yazdıklarını. Eve sığmaz oldum, sokaklara sığmaz oldum, şehre sığmaz oldum, sığmaz oldum pencerelere. Gidip aynanın karsına geçtim sonra, bir merak işte! Eskiden yaz ne de çabuk gelirdi...

 Yaz ne zaman geldi, bilmiyorum. Kuru bir kök gibi temmuzun ortasına saplanmış, güneşin çekilmesini bekliyorum. Önümdeki çiçekli naylonla kaplı masada benden önce oturanların çay lekeleri var. Benden önce oturanların kimler olabileceğini düşünüyorum bir ara; yaşlı iki kadın ölümden mi bahsetti acaba; yeni tanışmaya başlamış bir çift hevesle kendilerini mi anlatıp durdu; bir ayrılık mı konuşuldu burada; yoksa bir çocuk annesinin koluna dokundu da bu çay lekesi ondan mı kaldı? Belki de yaza, benim artık aralamaktan yorulduğum bir kapıdan girmiş avare bir kaç gençten biridir şu lekenin sebebi. Bir an onun yerine kendimi koyuyorum, kayadan parça kırar gibi konuşuyor: İnsanları hiç anlamıyorum; yaz geldiğinde sıcaktan, kışa vardıklarında soğuktan yakınıyorlar. Oğullarından ve kızlarından, ülkelerinden ve dünyadan yakınıyorlar. Yürümekten ve oturmaktan yakınıyorlar. İşten ve işsizlikten yakınıyorlar. Duvarları şikayet taşlarından örülmüş bir hapishaneye benziyor mevsimler...

Mevsimlerin yalnızlığı beni üzüyor. Son kış kimseye yaranamadan gitti mesela, herkes kendi heyecanını bahar sanırken birden soldu erguvanlar, yaz bir peçete işte, güz bir gölge sayılacak. Belki de bütün eski mevsimlerin, görevleri bittikten sonra çekildikleri bir zaman evi vardır. Orada parfüm karışmış ter kokuları, şemsiyelerden damlayan yağmurlar, yün kazakların elektriği, parklarda kurumuş çiçekler, işten dönen son mevsime acıyarak yer açıyordur. Birazdan içeriye girecek olan, benim, çiçekli naylonla kaplı bir masanın başında kuru bir kök gibi nöbetini tutuğum yazdan başkası değildir. Ve belki de kapıdan içeriye giren her mevsimden, dünyada geçirdiği günler hakkında kısa bir konuşma yapması isteniyordur orada. İşte yaz, döndüğünde söyleyeceklerini toparlıyor: Öyle çok dalgındılar ki, karşılamayı da uğurlamayı da unuttu insanlar. Onlar için meyveler olgunlaştırdım, sular ısıttım, gölgeler hazırladım, fark etmediler bile. Ben de  güz yorulmasın diye gelmeden önce yaprakları cansız düşüreyim dedim...

 "Bana gönderdiğin son mektubu, temmuzda, üstü çiçekli naylonla kaplanmış bir masada yazmışsın. Senden önce orada oturup o çay lekesini bırakanın kim olabileceğini ben de düşündüm. Kadınlar bardakları itinalı kullanır, muhtemelen gördüğün lekenin sebebi bir erkektir. Kadınlar mevsimleri de itinalı kullanırlar. Hem yaz geldiğinde rahat etsin diye evlerini temizleyen, duvarlarını boyayan, bahçelerinin toprağını havalandıran ne çok insan var; kurumuş yaprakları saklayanlar var; eski bir kıştan kalma kazağını yeni kışla tanıştıranlar var; baharı gülüşünden geçirip bir başkasıyla paylaşanlar var. Artık kendini yaz toprağına saplanmış kuru bir kök olarak gördüğüne ve günleri, masaları, lekeleri anlatmaya başladığına göre, seni hep canlı tutan dilindeki o ham meyve tadı kaybolmaya başlamış demektir. Bazı meyvelerin kaderidir, olgunlaşmadan bir yerlere düşerler.  Belki de yalnız olan mevsimler değil, sensin!..