Sene 1918. İşgal gemileri kentin limanına demirlemiş. Pera’da azınlık bir halk, sevinçle dükkânlarını mavi-beyaz bir bayrağın rengine boyamaya başlamış bile.
Büyük kale düşmek üzere. Aydınlar bir kaç parçaya bölünmüş: İçlerinden bazıları, bu karanlık günlerden çıkmak için büyük devletlerden birine intisap etmemiz gerektiğini düşünüyor. Çaresiz halk başını öne eğerek geçiyor sokaklardan; ‘kara bir gün’ çökmüş üstlerine. Bütün işaretler, Türk’ün bu topraklardaki bininci yılına giremeyeceğini gösteriyor. ‘Şark Meselesi’nin bitirilmesine ramak kalmış. İlk anayurt artık öyle uzaklarda ki ona dönmek mümkün değil; gidecek bir yer, sığınacak bir yurt da yok. Tarih bütün mabetleri, ezanları, türküleriyle birlikte her an buharlaşabilir. Bir adam bu büyük hüsran sahnesinin ortasında evine çekilmiş, harıl harıl çalışıyor. Kökü bir başka asırda, imparatorluğu badirelerden çıkaran bir aileye dayanıyor adamın. O da dışarıda nelerin olduğunu biliyor, o da öteki aydınlar gibi büyük yıkımın kapıya dayandığının farkında. Ama yine de, tuhaf bir işle uğraşıyor; notlar alıyor, notları karşılaştırıyor, eserinin bir bölümünü daha temize çekiyor. Kederli ama hüsran içinde değil; ülke yok olacakken oturmuş bir halkın gen haritasını çıkarıyor. Yesevi’nin kanını, taptaze bir damarla Anadolu’ya, Yunus’a uzatma derdinde. Adı: Fuat Köprülü. Eseri: Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar…
***
Sene 1921. İşgal gemileri neferleri çoktan şehre indirmiş. Pera’da her yer mavi beyaz renge bürünmüş; büyük kale düşmüş. İki büyük şair, mütarekenin karmakarışık günlerinde Nuruosmaniye’nin hemen yakınındaki bir kahvede oturmuş, bir mesele hakkında konuşuyorlar. Darülfünun öğrencileri, Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’in etraflarını çepeçevre sarmış. Dışarıdan ilgisiz biri onlara kulak kabartacak olsa, pekâlâ akıllarından şüphe edebilir. Çünkü toplanmış, artık düşmüş olan bir kentte çıkaracakları edebiyat dergisinin adını tartışmaktalar. İnsanların gizli yollarla Anadolu’ya geçtiği, Anadolu’ya silah gönderdiği bir zamanda görünüşe bakılırsa pek tehlikesiz bir işe tevessül etmişler. Ama biraz dikkat kesilince anlaşılıyor ki kalem başka türden bir savaşa hazırlanıyor. Karanlık bulutların arasında sızan bir güneşe benziyor sözcükler; sözcükler yan yana gelince, İkbal Kahvehanesi’nin dumanlı atmosferine bir aydınlık yayılıyor. Milli mücadeleye destek verecek dergi için pek çok isim telaffuz ediliyor; Haşim, ‘Haşhaşi’ olsun diyor mesela, vaziyete uygun düşmediği için pek kabul görmüyor. Nihayet kalemle girişilecek harbe bir cephe adı bulunuyor: Dergâh…
***
Sene 1930. Rejim Çarlık Rusyası’nı da, Çarlık Rusyası’nın sembollerini de bir bir ortadan kaldırmış. Troçki sürgüne gönderilmiş, Stalin bütün ipleri eline dolamış. ‘Çivi’ lakaplı monark, sanatçılardan yalnızca devrime hizmet etmelerini istiyor; Rus edebiyatı o yıllarda ‘yoldaş’lardan geçilmiyor. Ama kendisi de görünüşte yoldaş olan bir adam, tarihin gövdesinin tek örnek bir kazağın içine sığdırılmasını kabullenemiyor bir türlü. Evde iki yıldır, şimdilik yalnızca karısının bildiği ve adını ‘Kara Büyü’ koyduğu bir kitap üzerinde çalışıyor. Sonra, başlangıçta ortada olmayan iki kahraman ziyarete geliyor Bulgakov’u, kitaba kendilerinin adlarını vermelerini rica ediyorlar. Bu kez üçü birlikte, bir başka yoldan yürümeye başlıyor. Yazar kitabında, icat ettiği bir başka yazara İsa’nın çarmıha gönderildiği günleri anlattırıyor; kendisi ise çok iyi bildiği bir kentin yurttaşlarını taşıyor yapraklara. Yaruşelam ile Moskova arasında on yılı aşkın bir zaman mekik dokuyor kalem. Bunun bir veda kitabı olduğunun farkında yazar; bir gün yoldaşlara faydası dokunur umuduyla bütün bildiklerini sayfalara kaydediyor. Son notları karısına söyledikten yirmi gün sonra, 10 Mart 1940’ta Mihail Bulgakov’un ruhu Moskova’yı terk ediyor. Yazılmaya başlandıktan 75 yıl sonra basıldığında, başlarını yukarı kaldıranlar, kentin göklerinde neşeyle uçan iki hür âşık görüyor: Üstat ve Margarita…
***
1898 senesinde, İspanya’da, Granada’da neşeli bir adamla, ağırbaşlı bir kadının izdivacından dünyaya bir şair gelir. Büyük uluslar kıyıcı bir harbe hazırlanmaktadırlar. İspanya ise o yıllarda gözünü Fas’a dikmiştir. Birinci dünya savaşı başlar ve biter; ama hesaplar bir türlü denkleştirilemez. Şair de ergenliğini geride bırakmış, iki savaş arasında yazdığı ‘Çingene Baladı’ ile başını yeryüzüne uzatmıştır. Rüzgâr gittikçe sertleşmektedir. Hitler faşizmi her yerde olduğu gibi İspanya’da da kopyasını çıkarmakta gecikmez. Şairin söylevlerinde yerden yere vurulan burjuvanın yanına şimdi yeni bir düşman daha ilişmiştir: Faşizm. Faşizm, işini burjuva gibi yumuşak yollarla halledecek kadar sabırlı değildir. Doğduğu yerden dünyaya uzattığı şair başını, yine doğduğu yerde Franco’nun adamlarından kurtarıp da geri çekemez. 1936 Ağustosunda kurşuna dizilir. Kurşuna dizilirken okuduğu şiir, Mahmud Derviş’lere, Nizar Kabbani’lere gönderilmiş bir selam gibidir. Çünkü savaştan sonra bir başka ‘kara büyü’cü doğuda, onların sıcak ülkesinde işbaşı yapacaktır. ‘Ne garip şu dünyada Federico Garcia Lorca diye çağrılmak…’