Şimdiye kadar "insanın yurdu" üzerine konuşmamış olmamız ne tuhaf. Oysa söze önce buradan başlamalıydık.
İnsanların çoğunun "yurt" deyince bir toprak parçasını düşündüklerini pek çok kez tecrübe etmişsindir. Türküler yurdundan ayrılanların efkarlı nefesleriyle ağırlaşmıştır; bazı gençler yurtseverlik üzerine konuşurken kolayca kendilerinden geçer; siyasiler ondan kutsal bir yerden bahseder gibi bahseder; sürgünler için kapısı hep aralık tutulan uzak bir cennettir o; altın kafesteki bülbülün hicran sebebi odur. Öyle görünüyor ki herkes, kendi yurdunun başkalarının yurdundan daha değerli olduğuna inanmış! Aynı iklimin hüküm sürdüğü, aynı bitki örtüsünün toprağı örttüğü sınırın öte yanında yurt bu kez başka bir isim altında karşımıza çıkar ve orada da insanlar vatanlarının eşsiz olduğunu söylerler. Aslında ruhumuzun bir haritaya böyle cömertçe bağlanmasının sebebi, tıpkı evimiz, bahçemiz ya da tarlamız gibi onun da mülkümüz olmasıdır; öteki bütün mülklerimizi teminat altına alan ana mülk...
İnsan bir toprak parçasına bağlandıkça kendisinden uzaklaşmaya başlar. Koyu milliyetçilerin vatan için kolaylıkla canlarını tehlikeye atmasının sebebi bu olsa gerek. Ama bazıları da var ki, dünyanın her hangi bir yerini değil, kendi bedenlerini yurt sayarlar. Onlara göre insanın, sınırın şu yada bu yakasında nefes alması, orada doğmuş bulunmasından öte bir anlam ifade etmez. Kendi bedenini yurtlaştıranlar, dışarıdaki toprak gibi içlerindeki ruha da pek yüz vermezler. Sıkça şöyle söylediklerini duyarsın: Öleceğim ve bütün hikaye bitecek. Yine de bir hikayeleri vardır ama; ihanete uğradıklarında hiddetlenmekten, yalnız kaldıklarında sendelemekten, işlerini kaybettiklerinde karamsarlığa düşmekten, bir sevdikleriyle karşılaştıklarında neşelenmekten alamazlar kendilerini. Ve yıllar, artık verimi düştüğü için beden mülkünü daha az hevesle çapalamaya başlayınca, belki de ilk kez kuşkuyla içlerine ve dışarıya bakınmayı denerler. Ne diyelim, nedametin en çok sevdiği yurtlardan biri de yaşlılıktır...
Bir de ruh ülkesinin adamları vardır. Topraktan yapılmış hiç bir yurda, balçıktan çatılmış hiç bir bedene bel bağlamazlar. O ki dünya malı dünya da kalacaktır, o ki beden, emaneti taşıyan geçici bir ulaktır; öyleyse insan bu yalancı çadırların altında eğleşmekle vakit kaybetmemelidir. Onun biricik yurdu ruhudur çünkü. Ancak ruh, ne beden ne de toprak gibi dokunulan, ortada bir yerde değildir. Ruh ülkesine talip olanlar, bir ustanın eteğine tutunarak, pek çok vadiden geçmek zorundadır. Zamanla bu yolculuk, sayısız görevlileri ve sembolleri olan karmaşık bir teşkilatın işi haline gelmiştir. Ruh ülkesine yolcu taşıyan vasıtaların muavinleri ceplerinde bir bilet koçanı da bulundururlar ve her seferinde uygun bir dille talibin gönlünden kopanı talep ederler. Nihayet ruhlar inceldikçe mülk kalınlaşır ve ruh ülkesinin adamları, görkemli yurtluklarda yaşayan tuhaf bir halk haline gelir. Şimdi işleri çok daha zordur; içinde ruhlarının dolaştığı şu şatafat bitmesin diye efendilerine daha sıkıca bağlanırlar ve ruh ülkesine daha fazla yolcu taşımaları için, nefsin aşağı katlarındaki görevlilere nefsi olmayan telkinlerde bulunurlar...
Ah şu tacirler; daima başka adlar ve başka suretlerle çıkarlar karşımıza. Ama biz, işimizi kolaylaştırmak için kabaca ikiye ayıralım onları: Siyasetin ve paranın adamları. Siyasetin ve paranın adamları yerine güre hem ruha, hem bedene, hem de vatana sımsıkı bağlanmakta bir beis görmezler. Onlar, "insanın gerçek yurdu neresidir?" sorusuna değil, bu sorunun şu ya da bu biçimde cevaplandığı yerlere dikkat kesilirler. Şöyle de söylenebilir: Siyaset ve para adamının yurdu bir arz talep mekanizması içerisinde şekillenir. Titizlikle sahaya yayılır ve kendisini ülkesine, bedenin hazlarına ya da ruhun hallerine bırakanların arasında uygun bir yer edinirler. Elbette şartlar her değiştiğinde yer değiştirdikleri söylenemez; bu akıllı bir davranış da değildir zaten. Paranın ve siyasetin adamları, iktidar yurdu gibi muhalefet yurdunun da birbirine gönülden bağlanmış yurttaşları olduğunu bilirler. Bu gönül bağı daima verimlidir...