Kuzguncuk Postanesi günün bütün saatlerinde sakindir. Ömrünün baharını geride bırakmış olanlar ona şöyle cephesinden bakınca, sokakların tenha, zamanın bol ve insanın sıkça kalbine yenik düştüğü günlere geri döner.

Karşınızda duran bir semt postanesi midir yoksa onlarca yıl boyunca tozlu kasabaların, küçük şehirlerin gözü kulağı olmuş sayısız postanenin hatırasını saklayan yaşlı bir postacının inat dairesi midir, karar vermekte zorlanırsınız. Gönlünüz elbette ikinci ihtimalden yanadır. Ahşap olmayan ama bakanda ahşapmış intibaı uyandıran bu üçgen binanın içinde birkaç bilgisayar ekranının parlayıp durduğunu, hızlı para transferi yapıldığını kimse düşünmek istemez. Kuzguncuk Postanesinin kapısını araladığınızda, postaların kara trenlerle taşındığı, bir edebiyat dergisine gelen mektupların posta kutusunda biriktiği bir başka ülkeye gireceğiniz hissine kapılırsınız. Kuzguncuk postanesi bir başka zaman aittir…

 Görmüş geçirmiş bir hayalperest, bu başka zamana ait binada çalışan posta memurunu, bulduğu her fırsatta cep telefonunun ekranıyla ilgilenen genç birisi olarak da düşlemek istemez. Elbette içeride gönderilecek mektuplar için müşterisine pul uzatan, müşteri pulu zarfa yapıştırırken göz ocuyla onun ellerine bakan yaşlı bir postacı vardır. Yıllarca pul yapıştıran ellere göz atmış ve sadece insanların el hareketlerinden bile bir mektubun içinde neler yazılmış olabileceğini okuyacak hale gelmiştir.  Şu telaşlı el mesela, sevgilisiyle bir başka adres üzerinden mektuplaşan saklı bir aşka aittir; şu titreyen parmaklar bir nişanlı kızın hasretidir; şu pulu zarfa özenle yapıştıran bir evli kadın intizamıdır. Sadece kadınları değil, erkekleri de ellerinden okumayı öğrenmiştir içerideki yaşlı postacı: Kime gönderilirse gönderilsin, bir erkeğin elinden çıkan mektupların pulları genellikle çok ıslatılmış, sıkıca basılmış, biraz iğreti yapıştırılmıştır. Erkek, inceliğini aceleciliğine kurban edendir…

 İnsan Kuzguncuk Postanesine tam karşıdan bakınca, beklemeye ve bekletmeye alışmış mütevazı bir bina tarafından sınandığını hisseder. Bir yerden bir başka yere aşkın hallerini, taze bir ölümün yasını, yeni doğmuş bir çocuğun cinsiyetini, bir hastalığın iniltilerini, bir izin tarihini ya da tez vakitte bir kavuşma müjdesini haber vermek isteyen pek çok insan şu kapıdan içeriye girmiş, bazen adresine haftalar sonra varan mektuplar göndermiştir.  Mektup beklemenin vadilerinden geçmiş zarfı, muhatabının ellerinde telaşla açıldığında takvimden pek çok yaprak düşmüş, haberdar ettiği ölümün kırkı yaklaşmıştır bile. Gönderdiği mektuptan önce gelen, kendi postaladığı mektubu açıp okuyanlar da az değildir. Kuzguncuk Postanesi, birkaç merkezde yeniden tasnif edilen, birkaç kez farklı araçlara yüklenen ve nihayet bir postacı çantasıyla son adresine yollanan mektupların her birinde, kalemle yazılmamış saklı bir cümlenin de olduğunu bilir: Ancak beklemeyi bilenler kavuşur…

  Kuzguncuk Postanesi günün bütün saatlerinde tenhadır. Ona şöyle bir baktığınızda, yıllar önce kapısına kilit vurulmuş eski bir posta binası sanabilirsiniz. Eğer aceleniz yoksa bekleyin; sonunda aralık kapıdan birinin içeri girdiğini göreceksiniz. Biri içeri girecek, tezgâhın gerisinde oturan memureye bir hesap numarası verecek, memure önündeki bilgisayar ekranından ilgili siteye girecek, gönderilen havaleyi anında muhatabın hesabına geçiriverecek. İşlem biraz gecikse sıkıntı basacak ikisini de. Kuzguncuk Postanesinin şurasına burasına sinmiş olan bir zamanların beklemekle terbiye edilmiş ruhları, elinde mektup taşımayan bu yeni sıkıntıya şaşkınlıkla bakmaktan alamayacaklar kendilerini. “İnsan insana ne de çabuk ulaşıyor”, diyecekler; “ne de çabuk gideriliyor ihtiyaçlar.” Ve memurenin başının gerisinde toplaşıp, merakla şu tuhaf ekrana bakacaklar. Donmuş bilgisayar ekranı birden çözülecek, ekranda bakanların suretleri belirecek, memure bir korsan saldırıya uğradığını zannedip daha da telaşlanacak: Orada sayısız parmak, zarflara sayısız pulu yapıştırıp duruyor olacak…