Para verip abonesi olduğumuz film/dizi platformlarının kaç ülkede faaliyet gösterdikleriyle pek ilgilenmiyoruz. Bu kuruluşların hedef kitlesi tahminimizden çok daha büyük, çünkü küresel çapta faaliyet gösteriyorlar. Film ve dizileri milyonlarca değil, milyarlarca insana izletebiliyorlar. Ayrıca resmi abonelik uygulamalarının haricinde, internetteki çok sayıda gayri resmi sitede bu platformlara ait materyaller paylaşılıyor. Bu sayede kayda geçenden çok daha fazla izleyici sayısına ulaştıkları kesin.
Gözlemlediğim kadarıyla bu tür platformların bir ikisi hariç, materyallerini yayınlayan bu gayri resmi sitelere telif konusunda pek sorun çıkarmıyorlar. Yayınladıkları materyallerin izlenirliğinin artmasını, bir tür satış artırma yöntemi olarak benimsemiş olduklarını düşünmek mümkün. Çünkü film ve dizilerin izlenirliğindeki devamlılık, platformlardaki içerik çeşitliliği ve kalite tercihleri, seyirciyi para vererek üye olmaya teşvik ediyor. Biz diziyi veya filmi kendi platformuna abone olarak izlemek, seyirci açısından elbette çok daha pratik ve kaliteli bir izleme deneyimi sağlıyor.
Pek çok kişi onlara film/dizi platformları ismini verirken, ben “küresel” olduklarını vurgulamak gerektiğini düşünüyorum. Uydudan yayın yapan televizyon kanalları pek çok ülkeden izlenebilse bile, dil sorunu yüzünden çok geniş kitlelere ulaşamadı. Gerçi bazı ülkelerde dijital uydu teknolojisi sayesinde çoklu dil (ses) seçeneği seyirciye sunulmuştu, ama sadece filmleri orijinal dilinde izlemek isteyen belli sayıdaki seyirci tarafından kullanılıyordu. Uydu yayınları teknik anlamda geniş bir alanda izlenebilir olsa bile küreselleşemedi, hedef kitle açısından sınırlı kaldı. Küresel film platformları ise, seyirciye kendi dilinde içerik sağladıkları için yaygınlaşmayı başardılar. Altyazıyla orijinal dilde izleme seçeneğinin yanı sıra, seslendirmeyi pratik ve ucuz hale getirip materyallerini seyirciye kendi dilinde sundular. Böylece küresel çaptaki seyirciye “ulaştırılmak istenen içeriğin” önündeki engeller kalkmış oldu. Film ve dizilerin aslında birer “içerik” olduğunu görebilmek için sektörden olmak gerekmiyor. Yayına çıkan materyallerin ne gibi süreçlerden geçerek oluştuğunu bilen, bilinçli bir seyirci olmak yetiyor.
Küresel bir kültür değişimi için “istenilen içeriğin” kitlelere ulaşması gerekiyordu, geliştirilen yeni teknolojilerle bu sorun aşılmış oldu. İnsanlar minik cep telefonu ekranlarından pek film izlemiyorlardı, yeni nesil televizyonların uzaktan kumandalarına seyircinin küresel platformlara rahatça ulaşabilmesi için özel tuşlar konuldu. Seyirci kumandasında platformun simgesini taşıyan tuşa bastığı anda akıllı televizyon internete bağlanıp platformun ana sayfasını açıveriyor. Daha önce televizyon cihazı üreticisi teknoloji firmaları tarafından devlet televizyonları dahil hiç bir yayıncı kuruluşa bu ayrıcalık tanınmamıştı.
Bu platformların film ve dizileri aşarak, komedi şovları, belgesel gibi türlerde de üretim/yayın yaptıklarını düşünürsek, bildiğimiz klasik anlamdaki televizyonculuğun haber ve canlı yayınlarla sınırlı kalmak üzere olduğunu görebiliriz. Tabii televizyonun rakiplerine bir de dünyanın en büyük video paylaşım platformu olan Youtube’u da eklemek gerekiyor. Televizyon yayıncılığı, seyir tercihleri sıralamasında iyice gerilere düşmeye başladı. Platformlar son derece profesyonel kişilerce yönetilip, en gelişmiş pazarlama teknikleriyle abone/seyirci sayısını artırırken ve gelirlerini katlarken, televizyonlar sektöre yabancı patronların yanlış tercihleri ve ilaveten politik, ekonomik etkilerle yönetime gelen amatörlerin eline düştü. Kalitesiz içerik ve kötü yönetimden kaynaklanan sorunlar yüzünden durumları iyice kötüye gidiyor.
Küresel platformlar, film ve dizi yayınlamayı aşarak değişik türde programlarla hedef kitlelerini genişletmeye yönelirken, televizyonların daha hedef kitle belirleme aşamasında bile amatörce davrandıklarını görüyoruz. Sürekli dizi yayınlayarak, koskoca ulusal kanallar tematik kanal durumuna düştüler. Program kalmadı, içleri boşaldı. İçerik üretmek için profesyonel kadrolara ihtiyaç var, oysa televizyonlar profesyonellere ödedikleri maaşları gereksiz masraf görüp önce üretici kadroları işten çıkardılar. İçerik üretiminin teknik bir iş olduğunu varsayarak, sadece yayını götüren teknik kadroların yeterli olacağını zannettiler. Küresel platformların en çok önem verdikleri içerik üretimi konusunu hafife almaktalar. Oysa televizyon yayıncılığı demek, içerik üretebilmek demektir. Hedef kitlesini doğru belirlemiş bir televizyonun içerik üretiminde bilinçli davranması beklenir. Oysa bizdeki televizyonların çoğu dışarıdan gelen dizi teklifleriyle sınırlı kalmaktalar. Günlere, hatta saatlere göre doğru seçilmiş bir hedef kitle belirlemesi olmadığı için sabah yayınlanması gereken bir yapıma akşam üzeri raslayabiliyoruz. Mesela, dinsel içerikle yayın yapan bir kanalın seyircisine sabah namazından hemen sonra sunduğu dini musiki ve sohbet içerikli programın isminin “Saba Makamı” olması anlamlı olur değil mi? Çünkü saba makamı sabah ezanının okunduğu makamdır ve sabah ezanını çağrıştırır. Ama bizim kanallarımızda Saba Makamı isimli program akşamın dokuzunda karşısınıza çıkabiliyor. Gece yarısına doğru yayınlanmasını istediğimiz bir rock müzik programının yayın saatinin, pazar sabahı saat dokuza konulmasıyla ilgili anılarımız da var. Konuk ettiğimiz bir rock müzik grubunun üyeleri, tatil için gittikleri Karadeniz dağlarında sabahları trakking yaparken, uğrayıp çay içtikleri köyün ahalisi tarafından çok sıcak karşılandıklarını söylemişlerdi. Biz sizi televizyonda izledik demişler. Pazar sabahının erken saatlerindeki yayınla asıl hedef kitlemiz olan şehirli rock müzikseverlere ulaşamamışız ama, her sabah erkenden kalkan köylülerimiz televizyonda izledikleri sanatçılara, müzik türüne aşina olmasalar bile misafirperverliklerini göstermişlerdi.
Yayıncılık ince iştir, bizde televizyon izleyen herkes kendisini televizyoncu zannediyor, yetkiyi eline geçirince de başlıyor yeni oyuncağıyla oynamaya. İşi bilenler uyarsalar, işin kuralları var uymak gerekiyor deseler bile, ben kuralları değiştiriyorum diyenleri gördük, hepsi fiyasko oldu. Bu tür serzenişlerimiz elbette bazı kaygılardan kaynaklanıyor. Hem ulusal, hem de yerel televizyonculuğun giderek güçten düşmesini istemiyoruz. Çünkü alternatif olarak küresel sermayenin arkaladığı platformlar yükselişe geçmekte. Küreselci kültürü, ulusal kültürün önüne çıkarmaya çabalıyorlar. Bunu yaparken de medyayı kullanıyorlar.
Türkiye Cumhuriyeti gibi ulus devletler sadece siyasal örgütlenme biçimleri değildir, aynı zamanda kültürel, ahlaki ve millî değerlerle var olurlar. Milli kültürün, ahlaki değerlerin küresel güçler için hiçbir değeri yoktur. Onlar kozmopolit toplumlar oluşturarak, kurmak istedikleri tek dünya devleti hedefine doğru ilerlemek istiyorlar. Eğer televizyonlarımız Türkiye’ye özgü içerikler üretemez, ulus-devletin umdelerini desteklemez hale gelirse, küresel sermayenin hem politik/ekonomik alandaki sömürgen yöntemleriyle, hem de desteklediği terör örgütleriyle her bakımdan zayıf hale geliriz. Çünkü toplumsal dinamiklerin oluşması ve korunması, kitle iletişimini sağlayan medya ile mümkün. Bu anlamda seyircinin tercihlerine göre belirlenen reklam pastasının paylaşıldığı, az sayıda televizyonun olduğu günlere geri dönmemiz gerekiyor. Uyduların teknik olarak elvermesi yüzünden çok sayıda televizyona izin verilmesi, finansman sorununu gündeme getirdi, bu da yayınlara yozlaşma ve kalitesizlik olarak yansıdı. Bütün bunların, medyadaki küresel sermaye etkileri de dahil olmak üzere yeniden değerlendirilmesi gerekiyor.