Küreselleşme dediğimiz zaman çoğu insanın zihninde pek bir şey canlanmıyor. Küresel unsurlar hayatlarımıza o kadar sessizce giriyor ki, hiç kimse bu etki ve olguların neler olduğunun farkında değil.

Bunlardan en önemlisi kişisel bilgilerimizin başkalarının eline geçmiş olması, eskilerin deyimiyle; yok olup giden mahremiyetimiz.

Geçenlerde kitap almak için uğradığım bir mağazada George Orwell’in 1984 adlı romanını gördüm. Yanımda durup hangi kitaplarla ilgilendiğimi gözlemleyen görevli genç kıza dönüp, okudunuz mu diye sordum, okumamış. Gençler artık okumuyorlar. 1984, totaliter bir devletin yönetimi altında yaşayan insanların hayatından kesitleri aktarır bize. İnsanlar kendilerine ait hiç bir şeyi olmayan, özel hayatı kalmamış bireyler haline gelmişlerdir. Hayatlarının her saniyesinde “büyük ağabey” denilen devlet yetkilisi tarafından izlenmektedirler. Fazla detaya girmek istemiyorum, 1984 romanı insan denilen varlığın yaşamına ait en önemli unsurlarından birisi olan mahretiyetin tamamen yok olduğu bir toplum düzenini anlatırken, aslında geleceğe dair bir projeksiyon sunuyordu. George Orwell’in, romanın ilk yayınlandığı yıl 1949’un geleceği olan 1984’e atfederek yazdığı bir distopik sistem öngörüsüydü, ancak kitapta yer verilen olayların ve olguların gerçekleşme aşamalarının günümüzde yaşanmaya başlandığı göz önünde bulundurursak, romanın giderek daha çok dikkat çekmesinin sebebini de anlamış oluruz.

Şimdi özel hayatımıza dair her şeyin gözlemlenmesi, farklı yöntemlerle, ama benzer şekilde yapılıyor. Kamera sistemleriyle takip ediliyoruz, bilgilerimizi dijital ortamlara kaydedip, hiç tanımadımız kişilere teslim ediyoruz. Genel bir gözetim altındayız, sistem kendisine uymadığımız zaman bizi dışlıyor, hatta ortamlardan uzaklaştırıyor. Anılarımızı, duygularımızı internetteki bir uygulamaya yükledik ve kaç megabayt yer tuttuğunu gördük. Kimse bizi zorlamadı, gönüllü yaptık. Bilgilerimiz emin ellerde diye düşünüyoruz. Bize bu güveni veren teknoloji şirketlerinin, bizim dışımızda ne kadar sayıda insana aynı muameleyi yaptığına dair bilgimiz de yok. Hangi yemeği yiyeceğimiz, nereye gideceğimiz, kimlerle buluşacağımız, iş görüşmelerimiz, ailemizle yaptıklarımız, tanıdıklarımızın listesi ve bilgileri, parasal/ticari sırlarımız, bizden başka kimsenin bilmediği kişisel sırlarımız, sağlık kayıtlarımız hepsi ama hepsi güvendiğimiz, fakat kim olduğunu bilmediğimiz birilerinin elinde. Nasıl bir güven vermişlerse bize, herşeyimizi onlarla paylaşmakta bir beis görmüyoruz. Eskiden, konuştuklarımızı cep telefonumuzdan dinleyerek, ilgi alanımıza göre reklamları karşımıza çıkarıyorlardı. Şimdi daha ileri gittiklerini fark ediyoruz, aklımızı okuyorlar. Bir ürüne ait markaların reklamını karşımıza çıkarmaları için o ürünü düşünmemiz yetiyor. Bu korkuç bir bir şey. Ama görmezden geliyoruz, olur mu hiç öyle şey, onlar yapmazlar diye düşünüyoruz. İyi de, onlar kim biliyor muyuz?

Cep telefonumuza uygulama yüklememize bile gerek yok, her teknolojik cihazda bulunan işletim sisteminin kendisi, istemediğimiz zamanlarda ve aklımıza bile gelmeyecek yöntemlerle bizimle iletişime geçiyor. Artık düşüncelerimizin bile mahremiyeti kalmadı.

Tam bu noktada, 1984 romanından bir kaç adım daha ileri giderek, insanlara teknolojinin geleceği ve mahremiyet ile ilgili uyarılarda bulunan başka bir eser aklıma geliyor. Bir film. 2018 yılında, mahremiyetin tamamen ortadan kalkacağı, geliştirilen teknolojilerle oldukça farklılaşmış bir dünya düzeninden bahseden bir film gösterime girdi. Andrew Niccol’un senaryosunu yazıp, yönetmenliğini de yaptığı “Anon”. Yeni Zellandalı yönetmenin başarılı bir reji ile anlattığı öykü, tıpkı 1984 romanındaki gibi, yaşamının her saniyesinde birileri tarafından takip edilen insanların var olduğu distopik bir toplum modelini anlatıyor. Anon, şu an yaşadığımız “neoliberal” küresel teknolojik düzenin, daha ileri tarihlerde tıpkı 1984 romanındakine benzer şekilde otoriter bir küresel devlete dönüşeceğine işaret ediyor. İnsanların hayatı, başkaları tarafından kullanılan kameralara gerek kalmadan, beyinlerine takılan ve beynin görme, işitme vb. merkezlerine bağlı çalışan bir çiple, merkez bir bilgisayar tarafından izlenmektedir. Bir arkadaşınızla görüntülü görüşmek istediğinizde, kendi zihninize onu araması komutunu veriyorsunuz ve beyne takılı çip, küresel iletişim merkezi üzerinden tıpkı telefon gibi, onu sizin beyninize bağlıyor, sorularınızı veya söylemek istediklerinizi zihninizden geçirmeniz ve anında ona göndermeniz yetiyor. Telefon, kamera gibi bir ek donanıma ihtiyaç yok, herşey beyinde olup bitiyor. Eğer dilerseniz o görüşmenizi kayıtlardan çağırıp, canlı gibi izleyerek o anı zihnen tekrar yaşıyorsunuz. Teknolojiyi kontrol eden sistem, herkesin beyninde depolanan yaşam anlarını izleme yetkisine sahip. Mesela bir cinayet işlendiğinde ilgili kişilerin beynindeki kayıtlara erişilerek anında katil bulunabiliyor. Bunun anlamı, devletin/sistemin memurları sizin ailenizle, eşinizle yaşadığınız her türlü “an”ı sizin gözünüzden görüp izleyebiliyor demek. Sıfır mahremiyet anlamına geliyor.

Sistemin dışına çıkan ve yaşamlarını merkezi küresel sistemden saklamayı başaran “hacker” denilen bilgisayar korsanları var olsa da, onlar da bir şekilde iyice azalmış özel alanlar sayesinde kısa sürede bulunabiliyor ve cezalandırılıyor. Anon’da polis örgütünün bu türden kişileri yakalamaya çalışan üst düzey yöneticisinin söylediği bir söz çok önemli“Anonimity is our enemy” (Anonimlik bizim düşmanımızdır.) Küresel polis şefinin ağzından dökülen bu söz, aslında şu sıralar yaşadığımız bir çok olayla da ilgili. Mesela, ekonomiyi ele alalım. Farkındasınızdır, nakit para giderek hayatımızdan çıkıyor. Dijital paralar gündemde ve bir çok yerde kullanılmaya başlandı. Ödemelerimiz de elektronik ortamlarda gerçekleşmeye başladı. Devletlerin vatandaşlarını küresel bir sistemin içine çekmek gibi bir dilekleri olmasa bile, vergi almak amacıyla para akışının kontrolüne dair aldıkları önlemler, giderek nakit parayı hayatımızdan çıkarıyor. Kim, kime ne kadar para göndermiş sistem tarafından biliniyor. Harcamalarımız, kontrol altında. Oysa cebimize koyduğumuz nakit para bizim kime, nereye, ne kadar para ödediğimizin bilgisini gizli tutuyordu. Kimin, nereye, kime ne ödediği bilinmiyordu, istediğimize para verip, kimseye açıklama yapmak zorunda değildik. Şimdi herşeyi kontrol altında tutan “sistem” parayı nereye harcadığımızı görmekle kalmayıp, hangi sebeple verdiğimizi de sorgulayabilecek durumda.

Hayatımıza dair hiç bir özelimizin kalmadığı yaşam biçimine doğru hızla giderken, bunun para üzerinden başlaması da anlamlı. Anonim olmak, “sistem” açısından paranın nerelerde dolaştığının bilinememesi anlamını taşıdığı gibi, kişisel bilgilerin şahsa özel kalması, ortalığa saçılmaması, genele açık olmaması anlamına da geliyor. Anonim kelimesini eskiden türkülerden bahsederken kullanırdık hatırlarsınız, bestecisi bilinmeyen eserler anlamına gelirdi. Anonim olmak, kimin ne yaptığının başkaları tarafından bilinmemesi anlamına geliyor. Mahremiyet illâ kapalı kapılar arkasında, evimizde olacak diye bir kural yok. Alışveriş dahil, hayatımızın her alanında mahremiyetimiz önemli. Mahremiyet, birey açısından, kelimenin tam anlamıyla özgür olmak demektir. Anonim olduğunuz alanın daralması, mahremiyetin de ortadan kalkması sonucunu doğuruyor.

Sistem tarafından, hayatınızın her alanına girildiğinde “aman ne olacak, benim saklayacak hiç bir şeyim yok” noktasına getiriliyorsunuz. İşte asıl sorun da burada başlıyor. Psikolojik tam teslimiyet, özgürlüklerden vazgeçiş. Geçmiş olsun, artık sistemin istediği gibi bir dijital kölesiniz. Bir sonraki aşamada robotlaşma var, aman dikkat.