“Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” Devletin ekonomiye müdahil olmaması, hem kısıtlayıcı, hem de destekleyici anlamda ekonomik bir rol oynamaması gerektiğine inananlar tarafından uzun yıllar önce söylenmiş bir sözdü.
Her ne kadar ekonomik faaliyetlerde serbesti kelimesi ön planda gibi gözükse de, bu cümledeki öznenin devlet olduğunu biliyoruz. Ey devlet, sen karışma, biz aramızda hallederiz’in kibarcası.
Bu anlayışın devamı olarak, klasik iktisatçıların devletle ilgili söyledikleri başka bir cümle de aklıma gelir bazen. “Devlet, zorunlu bir fenadır” derler. Olmasa daha iyi olurdu, ama olması da gerekiyor maalesef diyerek hayıflandıkları bir bakış açısını ifade ediyor. İktisat tarihinde bazı düşünürler ulusların refaha kavuşması için piyasaların arz ve talep dengesine göre oluşması ve devletin de üretimle başlayan ekonomik süreçlere müdahale etmemesi gerektiğini düşünüyorlardı. Tabii burada arz talep dengesini sağlayacak en önemli unsur, “rekabet” dediğimiz insan davranışlarına dayalı bir varsayımdı. İnsanların ahlaklı davranacağı, görünmez bir elin piyasaları toplumun lehine olacak şekilde ayarlayacağını düşünmek de bu varsayımın bir diğer yönüydü.
Devletin ekonomideki rolünün kısıtlanmasına yönelik bu anlayışlar, devletin giderek küçülmesi, güvenlik ve adalet gibi temel işlevlerle sınırlı kalmasına yol açacaktı. Ekonomiyi, siyasal davranışlardan arınması mümkün mü? Elbette değil. Ayrıca, üretimin en temel unsurlarından olan emeğin ücretlendirilmesi de dahil olmak üzere, bütün girdi maliyetlerinin sonucunda oluşan fiyatın, insan davranışlarına dayalı bir varsayım olan rekabete göre belirlenmesi ne kadar gerçekçi olabilir ki? Bu yüzden, ekonomik krizlere çözüm olamayan liberal politikaların yerine “karma ekonomi” dediğimiz devletin müdahaleci olabildiği sistemlere geçilmişti.
Bu eski bilgilerden niçin bahsediyoruz? Çünkü yakın zamanlarda devletin ekonomiden tamamen el çekmesi, hatta tüm alanlarda olmasın diyen görüşler duymaya başladık. Oysa dünyanın pek çok ülkesi ekonomik kriz yaşıyor ve piyasa ekonomisinin kurallarına göre işlememesi olumsuz etki yapıyor. Ekonomileri derinden etkileyen pandemi sürecinden sonra, fiyatlar üzerinden insanlık lehine işleyen bir rekabet sürecine mi girildi, yoksa yüksek fiyat artışlarıyla devam eden bir aşamaya mı geldik? Kriz dönemlerinde rekabet şartları ön plana çıkar derlerdi, ama kârını maksimize etmeye eğilimli firmaların kârdan ödün vererek, fiyat düşürdükleri bir rekabet içine girdiklerini hiç gördük mü? Görmedik, tam tersi yüksek fiyat politikalarında ısrar ettiklerine şahit olduk. Buna karşılık kazancından feragat eden tek bir kurum gördük; vergileri sıfırlayan devlet. Fiyatlar yükselmesin, insanlarımız mağdur olmasın diye, pek çok temel üründe vergileri en az seviyeye düşürdüğünü ne çabuk unuttuk değil mi?
Sosyal medyayı takip ediyorsanız görmüşsünüzdür, ya da görmediyseniz araştırıp görebilirsiniz “market terörü” lafları edilmeye başlanmıştı. Devletin fiyatlar üzerinde denetimde bulunması istendi. Toplumun sermaye ile yaşadığı cicim ayları bitti, devletin tanımını ve kamusal güç algısını tekrar gözden geçirmemiz gerekiyor.
Ekonomi alanından başlayarak devletin geri püskürtülmesine, giderek küçülmesine dayalı söylemin, küreselleşme ile birlikte arttığını gözlemliyoruz. Küresel sermaye, ulus devletleri işlevsiz kılmak için bu tür söylemleri kullanmaya başladı. Oysa geniş kitleler hem ekonomide, hem de sosyal hayatın büyük bir bölümünde devletin kontrolünü gerekli görüyor. Fiyatlar denetlensin, üretim süreçleri kontrol altına alınsın isteniyor. Çünkü serbest piyasanın şartları, olması gerektiği gibi işlemiyor, toplumun aleyhine sonuç veriyor. Keşke işlese ve devletin müdahalesine gerek kalmasa. Adam Smith’in görünmez el dediği mekanizma toplumun lehine değil, tam tersine aleyhine işler halde.
Halkın devletten beklentileri ekonomiyle sınırlı değil elbette. Devletin kontrolünün giderek azaldığı sektörlerde, hemen hemen her alanda halkın aleyhine sonuçlanan olaylar ard arda duyulmaya başlandı. Gıda, sağlık, perakende, tarım vb. Pek çok sektörde halkın sağlığını ve bütçesini olumsuz etkileyecek sustimaller gözler önüne serilmeye başlandı. Artık iletişim çağındayız ve hiçbir şey gizli kalmıyor. Fiyat düşmesin diye dereye dökülen sebze meyveler, tüketicinin ürünü market rafından alıp kasaya gidene kadar değişen fiyatlar, üç kuruş gelir elde etmek için yeni doğmuş bebeklerin canına kıyan, sakat bırakan caniler, halka sattıkları yiyecekleri ucuza üretmek maksadıyla içine sağlığa aykırı maddeler koyan firmalar...
Devletin iradesini ortaya koyan, halk için çalışan kamu görevlileri alkış alıyor. Geçmişte cumhuriyetin savcısının makamında şehit edilmesine ses çıkarmayan kitleler, şimdi görevini yapan savcıyı baş tacı ediyor. Elbette olması gereken buydu, çünkü devlet halkı için var. Devleti temsil eden cesur insanların masaya yumruğunu vurmasını özlemişiz. Peki biz devlete karşı ne yaptık? Bir sorun çıktığında devletimizin hukuku koruması, adaleti sağlaması, insanlarımızın hakkını koruması için devlet nerede çığırtkanlığı yaparken aklımıza gelmesi gerekenleri şöyle bir anımsayalım.
Devlet, hukuk kurallarını uygularken, ayağına basılanların, demokrasiye aykırı diyerek yaygara yapanların peşinden gittik mi?
Devlet, millet düşmanlarının söylemlerine kanıp, iktidara muhalefet yaptıklarını zannederek devletimize güvensizlik oluşturacak materyalleri, doğruluğunu araştırmadan sağda solda paylaştık mı?
Milletimizi tam ortadan bölecek nefret dilini kullananları baştacı ettik mi?
Önümüze konulan nefret objelerinin, dünyada olan biteni ve kötülüğün asıl faillerini görmememiz için üretildiğini fark ettik mi, etmedik mi?
Küresel sermaye tarafından üretilmiş teknolojiyi kullanmaya alışıp, yasalarımıza uymayan küresel sermaye şirketlerine devletimiz tavır aldığında, devletimizin yanında mı durduk yoksa devletimizi aşağıladık mı? Mesela instagram kapatıldığında, bu küresel sermaye şirketine destek verip, devletimizi kötülemedik mi? Bir düşünün bunları.
Hani devlet nerede derken, devletin her alandan çekilmesini isteyen küreselcilere destek verdiğimiz geçmişteki olayları da hatırlamak gerekiyor.
Hani sen devletin tavsiyelerini bile duymak istememiş, devletin yetkilileri nüfusumuz yaşlanıyor dediğinde tişörtünün içine plastik toplar koyup hamile kadın kılığıyla Taksim’de protesto etmiştin, küreselcilerin sana bira ve sandviç taşıdıkları olaylarda devlete ait araçları taşlamıştın, yakmıştın. Ekonomik göstergeler iyiye gidiyor denildiğinde, yabancı basına devlet yalan söylüyor diye demeç verenleri alkışlamıştın. Bir terör olayı olduğunda devlet kayıpların sayısıyla ilgili yalan söylüyor demiştin ve küreselcilerin beslediği terör örgütünün yaptığı açıklamaları gerçek olarak kabul etmiştin. Şimdi sağlık sektörü devletleştirilsin diyorsun, devlet hastaneler yaparken karşı çıkmıştın, hatırladın mı? Bu liste uzar gider.
Küreselciler, önce devlet ile iktidarı özdeşleştirip, ardından muhalif olmakla devlet düşmanlığını birleştirme çabasındalar. Bunun için iki kavramı birbirine katıştırdılar ve ardından da nefret dili kullanan kişileri siyaset sahnesine sürdüler. Bu bölücülüğün ayırdında olamayacak kadar alt kültür üyesi insanların, medyada önemli yerlere gelmesini sağlayıp, doğru düzgün politik kültüre sahip olmayan kişilerin de çeşitli mecralarda yayıncılık yapmasına ortam hazırladılar. Duygusal-tepkisel insanımızı sloganlarla yönlendirip devletinden zihnen uzaklaştırdılar.
Şimdi canımız yandığında, hani devlet nerede derken, acaba biz devletimizi nereye koyduk da bulamıyoruz diye kendimize sormamız gerekiyor.