Trump ile ilgili niçin yazıyoruz? Çünkü Trump, çok bilinen, göz önünde bir örnek olduğu için dikkat çekiyor.
Amerika’da küreselciler tarafından Trump’a yapılan operasyonların benzerleri, yine küreselciler tarafından dünyanın diğer ülkelerindeki bütün ulusalcı/milliyetçi/
Trump, Amerika gibi küresel sermayenin merkezi olan bir ülkede seçilip başkan olduğu için öncelikle hedefte ve diğerlerinin yaşadığı şeylerin çok daha yoğun olanı ile karşılaşıyor. Amerikanın başkanı Trump’ı izleyerek, küresel güçlerin, diğer ülkelerde kendi halkı için çalışan ulusalcı/milliyetçi/
Amerika’nın küreselci vakıflarının fonladığı işbirlikçi medyaları yurtsever/demokrat/muhalif zannedip benimsemiş olan algısal-dijital köleler, biz Trump’ı örnek vermeye başlayınca, Amerikancılıktan diktatörlük yanlısı olduğumuza varıncaya kadar çeşitli nitelemelerle devam edebilirler. Kimseye kendi yurtseverliğimizi, demokratlığımızı ispatlama gibi bir mecburiyetimiz yok. Bizim için sadece Türkiye Cumhuriyeti önemli. Aslında onlar da bunu iyi biliyorlar.
Trump’ın geri dönüşüyle ilgili çok şey konuşuluyor. Hemen akla gelen bir klişeyi irdelemek yerinde olacak. “Batı’da yönetimdeki kişiler değişir, ama ülkelerinin politikaları değişmez, yeni gelen kendisinden öncekilerin kaldığı yerden devam eder” ezberi. Bu işin böyle olmadığını biliyorduk ama Trump ile çok daha net bir şekilde görmüştük. Aslında Batı Cephesi’nde çok şey değişiyor. Ama biz içe kapalı bir toplum olduğumuz için, hiç bir şeyin değişmediğini zannediyoruz. Başörtüsü, kıyafet, laiklik, rakı bardağı ve önümüze konulan dönemsel nefret objelerimiz gibi gündemimizi dolduran metaforlarımız var bizim. Yıllarımızı bunları tekrar tekrar konuşarak, birbirimizle didişerek geçiriyoruz. Bunlar değişmediği için de dış dünyada pek bir şeyin değişmediğini zannediyoruz. Bu algısal döngüyü üretenler işini iyi yapıyor. Ancak, hemen belirtelim, Batı’da değişmeyen bazı politikalar da elbette var ve uzun yıllardır geçerli. Onlara da değineceğiz.
İnsanlarımız, siyasetçilerin neler yaptığını takip etmiyor, bunun yerine medyaya bakıyorlar. Basın yayın organlarını izleyerek, dünya siyaseti ile ilgili bilgilendiklerini zannediyorlar. Oysa medya, çoğunlukla bilgiyi kurguluyor ve gerçekleri çarpıtıyor. Bilindiği gibi başta özel televizyonlar olmak üzere kitle iletişim araçlarının ekseriyeti, belli sermaye gruplarının elinde. Bu sermaye gruplarının, ulusal ve uluslararası boyutta, hükümetlerle ve küresel organizasyonlarla olan ilişkileri, politik düzlemde yayın gücünü kullanarak kendilerine alan açmalarını ve kârlarını maksimize etmelerini sağlıyor. Örneğin, Trump’ın zaferinden sonra, Amerika’da bazı medya organları Kamala Harris’in niçin kazanamadığını irdelemek yerine, “Amerika’da bir kadın başkan asla mümkün olamayacak mı?“ şeklinde manşet atmaya başladılar. Bu başlık bile toplumsal manipülasyon kokuyor. Aniden gündeme getirilen bu konunun aslında politik bir yatırım olduğunu okurlar/izleyiciler fark etmiyorlar. Oysa Trump’dan sonra artık bir kadın başkan adayının ortaya çıkması gerektiğini şimdiden vurgulamaya başlayarak, seçmen kitlesini gelecekteki kendi adaylarına hazırlamaya başladılar bile. Bir ileriki adımda bu kadının Amerika’daki siyahlardan olmasının daha iyi olacağını ileri sürecekler. Aday aslında hazır. Göreceğiz.
Sırf bu kadın başkan konusunun açılması bile Trump’ın görevde kaldığı sürece kadınlara yönelik çeşitli konularda asılsız suçlamalara tabi olacağının göstergesi. Yakın geçmişte, adaylığını engellemek için kendisine açılan yüzlerce davanın konusu da kadınlarla ilgiliydi.
Aradan zaman geçtiği için unutuldu belki, ama hatırlatmakta fayda var; Trump ilk başkanlık döneminde, göreve geldiğinin ertesi günü başkent Washington’da çeşitli eyaletlerden gelen iki buçuk milyon kadının katılımıyla gerçekleşen bir protesto gösterisiyle karşılaşmıştı. Kadın düşmanı başkana karşı yürüdüğünü düşünen iki buçuk milyon kadın... Bu sayı az değil. İki buçuk milyon kişi ancak iyi bir organize çalışmayla sevk ve idare edilebilir. Ancak televizyon muhabirlerinin yürüyüş sonrasında yaptığı röportajlarda, katılımcı kadınların, bu organizasyonu kendiliğinden gelişen spontane bir olay zannettikleri anlaşılmıştı. Protesto yürüyüşünden aylar sonra küreselcilerin mutemeti George Soros, bu başarılı eylemin kendi sivil toplum örgütlerine bağlı dernekler tarafından organize edildiğini gururla açıklamıştı.
Bu eylemden önce başkent Washington caddelerinde yürüyüşe katılmak üzere, kalabalıklar halindeki kadınlarla karşılaşan yaşlı bir adamın diyaloğunu Foxnews kanalında izlemiştim. Aşırı kilosu yüzünden kısa tişörtünden göbeği gözüken kır sakallı, siyahi yaşlı bir adamdı. Yürürken gördüğü kadınlara durup seslendi; “Nereye gidiyorsunuz böyle kalabalık halde” Kadınlar hep bir ağızdan “Trump’a karşı protesto yürüyüşüne katılacağız” dediler. Adam şaşırdı, “ama neden” dedi. Hepsi bir ağızdan “çünkü o bir kadın düşmanı” dediler. Adam şaşkın bir halde “başkan göreve geleli henüz iki gün bile olmadı, ne yaptı ki size” diye sordu. Kadınlar oralı olmadan, kararlılıkla yollarına devam ettiler. Yaşlı adamın sorusunu kendilerine sormayan milyonlarca kadın, o gün kendilerine/kadınlara ne yaptığını sorgulamadıkları başkana karşı toplanıp protesto yürüyüşü yapmışlardı. Bu eylem bizim medyada küçük bir haber olarak bile yer almadı. Fakat benim için, bir cumhuriyetçinin başkan seçilmesini istemeyen küreselci sermaye sahipliğindeki medyanın, kitleleri nasıl etkileyip, hedefteki kişiye karşı yönlendirdiğine dair bir göstergeydi. Trump, tabii ki kadın düşmanı değildi, ailesinde ve seçim kampanyasını yürüttüğü ekipte pek çok kadın vardı, en azından kadınlarla ilgili bir sorunu/tavrı yoktu. Kadınları Trump’a karşı yönlendiren güç muhtemelen şöyle düşünmüştü; Amerika kozmopolit bir toplum, siyahları, beyazları, hatta Çinli ve Japon kökenlileri çok olan bir sosyal yapıya sahip, ayrıca yüzlerce değişik mezhep ve dine mensup milyonlarca insan yaşıyor. Ortadoğudaki gibi etnisite veya inanç saikli algı operasyonları yapmak sonuç vermez, bunun yerine insanlar için geçerli en temel ayrım kriteri cinsiyet, o halde erkek adaya karşı kadınlara yönelik bir algı operasyonu işe yarayabilir. İşin enteresan tarafı, Trump’ın ilk göreve gelişinde kullandıkları bu argumanı şimdi yeniden kullanmaya başladılar. Trump’ın Beyaz Saray özel kalem müdürü olarak ilk kez bir kadını, Susie Wiles’ı ataması bile küreselcileri bu algı çalışmalarından vazgeçirmedi. Onlar kadın düşmanı suçlamasıyla toplumun yarısının gözünde Trump’ı şeytanlaştırma (demonisation) çalışmalarına devam ediyorlar.
Diğer taraftan, dünya ekonomisine yön veren küresel aktörler, politik figürlerin öngörülebilir davranış kalıplarına sadık kalmalarını istiyorlar. Trump, uluslararası ilişkilerde diplomasi kurallarını hiçe sayan tavırları ve teamülleri zorlayan ani çıkışları yüzünden müesses düzenin sahiplerinden tepki alan bir başkan. Oysa yaptıklarının kendi içinde bir mantığı ve tutarlılığı var. İç politikada küreselcileri rahatsız edecek pek çok iş yaparken, dış politikada daha temkinli. Küreselcilerin Amerika’da üslenmiş olduğunu dikkate alıp, ortak çıkarlar üzerinden işbirliği sağlamaya özen gösteriyor. Örneğin Çin ile ilgili yaptığı açıklamalarda da düşmanlık içeren bir ifade kullanmadı. Bunun yerine Çin’den rahatsız olduğunu şu cümle ile belli etti: “Çin, bizim öğle yemeğimizi yiyor.” Küreselciler ise dünya ekonomisinde giderek daha önemli bir yere sahip olan Çin ile sorunlarını açıkça söylemiyorlar, çünkü fason üretimlerini Çin’de yaptırıyorlar, tedarik zincirindeki işlevi yüzünden bu ülkeyi bir nev’i iş ortağı olarak görüyorlar. Ama küreselcilerin nüvesini teşkil eden neoliberallerin Çin’in politik rejimi ile sorunları olduğunu da herkes biliyor. Çin komünizmi bıraksın, liberal ekonomik düzene geçsin, küresel ticarette ve siyasette yanlarında dursun istiyorlar. Oysa Trump, küreselci bir ajandası olmadığı için, Amerikan ekonomisinin üretim süreçlerinin, özellikle istihdam açısından yerli unsurlarca yürütülüp, ülkesinin ekonomisini Çin’in olumsuz etkilerinden korumak istiyor. Ucuzluğuyla piyasaları alt üst eden Çin mallarının Amerika’ya girişini kısıtlamak, bu yüzden gümrük vergilerini artırmak öncelikli planı.
Devletlerarası ve küresel organizasyonlarla ilişkilerde bir iş adamı mantığıyla kar/zarar hesabı yaparak ilerliyor. Amerika’nın askeri gücünün koruması altındaki ülkelerin buna karşılık bedel ödemesi gerektiği görüşünde. Bu bedelin ödenmesi için de, küresel anlamda husumet ve rekabetlerin sürdüğü ortamın devam etmesini izlemekle yetiniyor. Örneğin İsrail’in savaşçı bir tutumla İran’a saldırmasına sıcak bakmıyor. İran ile Obama’nın başlattığı nükleer alandaki çalışmaların kısıtlanması konusundaki anlaşmayı tekrar gündeme getirip İsrail - İran savaşı ihtimalini tamamen ortadan kaldırabilir. Bunu aslında barış yanlısı olmak gibi bir saikle yapmadığı kanaatindeyim. Çünkü Amerika’nın yukarıda bahsettiğimiz değişmez politikalarından birisi de, Mollalar rejimiyle yönetilen Şii İran’ın, İslam dünyasına yönelik Amerikan politikalarında önemli rolünün olması. Devam eden, ama Batı ve israil için tehdit unsuru olma özellikleri ortadan kalkmış Şii rejim, Amerika’nın işine geliyor. İran’ın çeşitli vekil güçleriyle Ortadoğuda varlığını hissettirmesi bile Amerika’nın bilerek izin verdiği hatta desteklediği bir durum. (Tıpkı Türkiye’ye karşı PKK/PYD adı verilen terör unsurlarını desteklemesi gibi.) İlginç olan, İran’ın bu politikaları, Amerika’ya destek olmak gibi bir kaygısı/amacı olmaksızın sürdürmesi, geliştirmesi.
Parti farkı gözetmeksizin ister cumhuriyetçi, ister demokrat partili olsun tüm Amerikan hükümetleri, İslam dünyasındaki mezhep temelli çatışmaların ve hasımlıkların bölgedeki Amerikan varlığının ve askeri gücünün teminatı olduğunu iyi biliyor. Trilyonluk silah ticaretinden elde edilen gelirler de cabası.
Amerikanın yerleşik düzeni ile çatışması, Trump’ın küreselci medya ile yıpratılmasına ve pek çok algı operasyonunun hedefi haline gelmesine yol açtı. Neler olup bittiğini televizyon haberlerinden izleyen insanlara sorduğunuzda, yüzde sekseni Trump ile ilgili çok kötü şeyler söyleyeceklerdir. İnsanların hayatına olumsuz etkisi olduğundan değil, medya tarafından karalama kampanyalarına maruz kaldığından olduğunu söylemek bile insanları kızdırıyor. Yoldan geçen birisini durdurup sorun, Trump mı katil Obama mı? Hemen size Trump diyecektir. Oysa Trump görevi süresinde Amerikan askerleri tarafından sadece birkaç kişinin öldürülmesi emrini imzaladı, Obama’nın ise Irak ve Suriye’de gerçekleşen Amerikan operasyonlarında milyonlarca insanın ölümünde imzası var. Küreselciler bu hizmetleri yüzünden Obama’ya Nobel Barış Ödülü verdiler, Trump ise insanların gözünde kötü adam ve hatta daha kötüsü katil imajına sahip.
Umarım Amerika’da yeni başkanla gelen yeni dönem, hem Filistin’de, hem de Ukrayna’da, küreselciler tarafından desteklenen savaşların ve soykırımın sona ermesi için bir vesile olur. En büyük isteğimiz ulus devletlerin barış içinde varlığını sürdürmesi ve halkların refaha kavuşması. Trump’ın seçilmesi ile küresel kötücüllere iyi bir şamar atılmış oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin de küreselcilere karşı bilinçli bir tavır içerisinde olmasında fayda var. Tabii önce küreselciliği, küreselleşme ile karıştırmamayı ve gerçek anlamda cumhuriyetçi olmayı öğrenmemiz gerekiyor.