Baharın müjdecisi cemreler düşüyor. Önce havaya bugün suya düştü, en son toprağı ısıtacak. Sonra bir ara kocakarı soğukları yoklayıp, “Mart kapıdan baktırır kazma kürek yaktırır” dedirtecek. Havaların ani değişimi insanlar üzerinde zaman zaman baskı hisssetirse de İstanbul’da bülbüller şakımaya, papağanlar ağaçların dallarında boy göstermeye başladı. Japon ayvaları çoktan parkları, bahçeleri renklendirirken, hüdayinabit mor, pembe, sarı kır çiçekleri, çıtı pıtı şirinlikleriyle yol kenarlarında fark edilmeyi bekliyor. Tabiatın her parçası İlahî kudrete teslim hâlinde. Baharın gelişini, sadece çiçek, ağaç, kuş, toprak beklemiyor, insan da yüreğine birer birer cemrelerin düşmesini bekliyor.
Yahya Kemâl bir beyitle duygularımızın lisanı oluyor:
“Denizden ve dağdan gelen hüzne kandık
Bulutlar dağılsın bahar olsun artık.”
Her sene kışın bitimi cemrelerin düşmesi ile bahara adım adım yaklaşan insan yeni bir doğumun eşiğinde bekler gibi hissediyor. Yeni bir hayata adım atıp, güneşe, zümrüt rengi kırlara, parklara, mavi, mor, sarı, pembe renklerle kuşanmış şehirlerde nevbahara kucak kaçıyor betonarmeler arasından. Çağla görmek pek mümkün olmasa da İstanbul sokaklarında bembeyaz çiçekleri açmış papaz eriği ile karşılaşmak ihtimallerin en güzeli. Japon Bahçesi’nde, parklarda, meydanlarda sakuraları beklemek, mimozaları takip etmek, Boğaz’ın gerdanlığı erguvan vaktini beklemek yitirilen umutlara mum ışığı oluyor. Tefekkürün üst boyutlarını yaşatan narin filbahrinin rayiha asında kaybolmak gönül ferahlığı.
Bugün Batı dünyası başta olmak üzere kentleşmiş şehir merkezlerinde yaşayan herkes, hayatlarında bir şeylerin eksik olduğunun farkında, savaşlara, çevrenin yok olmasına isyan hâlinde, boğulmuşluk hissi içinde. Nefessiz kalan kent insanı, kaçacak dağlar, kırlar aramakta. Modern insan her ne kadar tabiatı boyunduruğu altına almaya çalışsa da inşa ettiği betonlar zamanla üzerine yığılıyor. Yaşadığımız çevrenin düzensizliği, toplumsal kargaşanın temellerinden biri de insan ve tabiat arasındaki dengenin bozulması şüphesiz. Şehirlerimizi çevresel kirlenme, yeşilin yok edilme tehdidi karşısında korumanın tek yolu; tabiatla barış yapmaktır. İnsan tabiatın manevî anlamını yeniden keşfetmeden, kendisini özü ile uyumlamadan gidişata dur demesi mümkün görünmemektedir.
Seyyid Hüseyin Nasr, İnsan ve Tabiat eserinde konuyu şöyle değerlendiriyor : “Tabiatla insan arasındaki barış ve uyum gerçekleşmedikçe insanlar arasında barışın sağlanması imkânsızdır. Tabiatla barış ve uyum içinde olmak da Göklerle ve nihayet her şeyin kaynağıyla, uyum içinde olmaya bağlıdır. Rabb’la barışık olan O’nun yarattıklarıyla da barışıktır… Tabiatla da barışıktır… İnsanla da barışıktır…”
Hülâsa, kadim İstanbul tüm çevresel tehditlere, betonlaşmaya kafa tutarcasına nevbahara kucak açıyor. İnsanlar da bu canlanışa fıtrat gereği hazır. Cemreler ilişkilerimize de düşsün, saygı, sevgi, nezaket, barış, huzurun tesis edildiği toplumda baharı bahar tadında yaşamak dileğiyle...