Türkler ağaca son derece önem vermiş, anlamlar yüklemişlerdir. Güçlü beyliklerin, devletlerin kuruluşunda ilham olmuştur.
Boy ve yer adı olarak ağaç adlarını kullanmışlardır. Müslüman Mişerler, Tataristan’da yaşayan bir Türk boyudur. İnançlarına göre, “Mişer’’ sözü meşe ve er kelimelerinin birleşmesinden meydana gelip, “mişer’’ meşe eri demektir.
Bazı medeniyetler meşe yapraklarını başlarında taşımayı şerefli bir sembol görmüşlerdir. Batı’da hakkında en çok inanış ve efsane olan ağaçların başında gelir meşe ağacı. Meşe ormanları kutsal koru olarak özel yere sahiptir. Meşe yaprakları törenlerde kullanılır, bu ağacın üzerinde yetişenlerin cennetten gönderildiğine, palamutlarının Tanrı tarafından seçildiğinin işareti olduğuna inanılır.
Çok ağır, tok ve dayanıklı odunu olan Almanlar tarafından “taş meşesi’’ olarak anılan pırnal meşesi bir rivayete göre Tanzimat’tan sonra İtalya ve Fransa’dan İstanbul’a getirilmiştir. Göz alıcı güzellikteki bu meşeyi Yıldız Korusu’nda görmek mümkündür.
Prof. Dr. Haluk Dursun “İstanbul’da Yaşama Sanatı” kitabında kendi meşesini anlatır:
“İstanbul’da neredeyse özdeşleştiğim, sanki bir aile büyüğüm, sanki ilimde üstadım, teşkilatta reisim, tasavvufta postnişim gibi hürmetle ziyaret ettiğim bir özel meşe vardır. Bu “benim meşem’’ Çubuklu sırtlarında Hidiv Kasrı’nın bahçesindedir. Korunun hemen girişinde olmasına rağmen, bütün meşeler gibi biraz geride kalmayı tercih etmiş, ama kendisini keşfedene, görene ne güzel manzaralar, ne hoş ışık oyunları, ne çekici yaprak renkleri sunmuştur, bir bilseniz… Çok güngörmüş, çok ömür sürmüş, nice devirler geçirmiş bu tarihi meşe neredeyse yıkılmak üzereyken bir hayır sahibi çürüyen gövdesine toprak doldurarak ve sıvayla kapatarak ona bir nebze daha hayatiyet kazandırmış. Dikkat buyurunuz, hayat demedim hayatiyet dedim, çünkü hayat vermek Allah’a mahsustur.
Efendim, bu benim ihtiyar meşem iki büklüm haline rağmen yine de ayakta durmaya çalışmakta, porsumuş, pütürlü, hafif yosunlu derisi, yani kabuğuyla çayırlıkta kala kalmış; fakat iri yaprakları, koyu sarı hale geldikçe dibindeki yeşil çimenlerle ortaya öyle bir armoni çıkarıyor ki al gözüm seyreyle…
Her sene en güzel zamanında onu ziyarete gittiğimde yanımda mutlaka onunla tanıştıracak bir genç götürürüm. Çünkü bilirim ki, o iki büklüm haline rağmen benden çok yaşayacak, derisi daha çok pörsüse, kabukları kalınlaşsa bile yine Yaratıcı’nın ona ağaç olarak vermiş olduğu ömür, bize insan olarak verdiği ömürden uzun olacak. Ben toprak olduktan sonra da kendisine götürüp tanıştırdığım gençler hep İstanbul’un en yaşlı, bu en güzel meşesini bilecekler, görmeye gidecekler.’’
Victor Hugo, orman ve ağaç sevgisini ifade ederken “Beni dinleyen ve seven büyük şahsiyet’’ demektedir. Zaman zaman bir sarayın, bir kasrın, bir koruluğun içinde özellikle de tarihi bir ağaç bulmuşsam, çok büyük saygı ile önemli bir şahsiyetin karşısındaymışçasına heyecan duyarım. Ya bu ağacın altından Fatih Sultan Mehmet geçti ise belki de Mimar Sinan gördü bu ağaç diye düşünmeden kendimi alamam.