Siyaset bilimciler, bir yandan yurttaşların beklentilerini ve ülkelerindeki siyaset ile ilgili düşüncelerini incelerken, diğer yandan da kamuoyu dediğimiz oluşumun siyaset kurumunu nasıl etkilediğini araştırırlar. Siyaset, toplum ile yönetim arasındaki dengeye dayanır. Sistem ve rejim hangisi olursa olsun, kitlelerin memnuniyeti ve mutluluğu önemlidir. Demokrasilerde siyasi rejimlerin işleyişi ve rejimi oluşturan siyasi mekanizmalar da, bu faktörleri göz önüne alarak düzenlenmiştir. Kitlelerin memnuniyetsizliği, en güçlü görünen yönetimleri bile devirmiştir. Ülkeleri yönetenler bunları çok iyi bilirler.
Demokratik sistemlerde, iki tür siyasi rejimden söz edilir. Birincisi parlamenterizm, ikincisi de başkanlık. Ülkelerin kendi yaşadıkları siyasi deneyimleri ve süreçleri göz önüne alarak, rejimlerde kendilerine uygun bazı değişiklikler yaptıkları da geçmişte sık raslanan bir durumdur. Mesela Fransa’da, ülkenin yaşadığı süreçler ve parlamenter rejimin yaşanan sorunlar karşısında yetersiz kalması, başkanlık sisteminin bazı özelliklerine kapı açılmasını sağlamıştı. 1958’de kabul edilen Beşinci Cumhuriyet Anayasası ile güçlendirilmiş ve yetkilerle donatılmış bir cumhurbaşkanlığı ihdas edilmişti. Böylece oluşan rejime de siyaset bilimciler tarafından “yarı başkanlık sistemi” adı verilmişti. Ülkenin güvenliği, vatandaşlarının huzur ve refahı için öncelik kazanmış ve ona göre hukuki düzenlemeler yapılmıştı. Kısacası rejimler değişebilir, hukuki altyapılar bu değişikliğe uydurulur, yeter ki halkın egemenliğinin, huzur ve refahının sürdüğü demokratik bir ortam sağlansın.
Bahsettiğimiz bu önemli unsurları sağlamak için, demokrasilerde halk ile devlet yönetimi arasındaki ince dengeyi sağlayacak, siyaset bilimcilerin “sübap” olarak tanımladığı, siyasi rejimlerle ilgili bir takım önlemler geliştirilmiştir. Bunlar sistemin rahatlamasını, toplumu oluşturan kesimlerin yönetime katılımlarını ve sandıktan çıkan sonuçla iktidara mesaj vermelerine imkan sağlayacak, hukuki anlamda teknik sayılabilecek önlemlerdir. Örneğin, Amerika’daki başkanlık rejiminde, başkanın görev süresinin ortasına denk gelen ikinci yılının sonuna doğru parlamento ara seçimleri yapılır. Senatoda ve temsilciler meclisinde, (senato için farklı zaman dilimleri için yapılıyor olsa da) ara seçimlerde başkanın partisi seçimi kaybederse işi zorlaşır. İstediği yasalar ve düzenlemeler parlamentodan geçmez, gerekli görüp talep ettiği bütçeler onaylanmaz olabilir. Dört yıllığına seçilmiş başkanın, iktidarının ikinci senesinde eğer halkı memnun edememişse, parlamentoda çetin bir muhalefetle karşılaşması anlamına gelir. Buna hukuk dilinde kuvvetler ayrılığı prensibinin güçlenmesi denilir. Siyaset bilimci için ise, bu durum rejimle alakalı bir tür sübaptır ve toplumun iradesini yönetime yansıtarak rahatlamasını sağlar. Rejimin tıkanmasını engeller, toplumsal temsili ve huzuru tesis eder. Aslında Amerika’da uygulanan başkanlık rejiminde adı konulmamış bir sübap daha vardır. Amerikan siyasal tarihine dikkatle bakarsanız, bir partinin iki dönem iktidarda kalmasından sonra yapılan seçimlerle diğer partinin iktidara geldiği görülür. Başkanlık rejimi, iki partinin öne çıktığı bir sistem tesis ederek, toplumsal temsildeki eşitliği, bu iki partinin dönüşümlü iktidara gelmesi üzerinden sağlamış ve rejimin sürdürülebilirliğini hedeflemiştir. Son seçimlerde Cumhuriyetçi Parti’nin tek dönem iktidarda kalabilmesi bu kuralı bozmuş gibi görünse de, sonuçta başkan Donald Trump’ın klasik başkan tiplojisine uymayan tarzı ve iktidardayken aldığı kararların, bazı icraatlarının Amerika’daki müesses nizamı rahatsız etmesi gibi sebeplerin etkili olduğunu biliyoruz. Teamüllere uyan başka bir başkan olsaydı, iki dönem kuralı büyük ihtimalle yine işleyecekti.
Gelelim bizim ülkemize. 1982 Anayasası’nda yapılan bazı değişikliklerin, 16 nisan 2017 halk oyuna sunularak kabul edilmesinden sonra Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçtik. Fransa’nın kendi yapısına uygun yarı başkanlık sistemine geçişi gibi, biz de bir çok sorun yaşadığımız, vesayete ve demokrasinin aksamasına sebep olan bir çok hatayı barındıran parlamenter rejimden uzaklaşarak, başkanlık rejimine yöneldik. Parlamenter rejimin işleyişi sırasında olagelen aksaklıkları bahane ederek, devletin idari yapısını ve rejimi eleştirenlerin, daha sonra parlamentarizmin demokrasinin yaşanabildiği tek rejimmiş gibi lanse ettiklerine şahit oluyoruz. Meşruti krallığını halen daha sürdüren İngiltere, demokrasinin beşiği olmadığı gibi, XX. Yüzyılın başında 1.Dünya Savaşının galibi olması hasebiyle diğer ülkelere ihraç ettiği parlamenter rejim de demokrasinin şartı değildir. İngiliz aristokrasisinin vesayetiyle yönetilen ve asiller sınıfının kendilerinin temsilini sağladığı için kabul ettiği bu rejimi terk etmekle iyi yaptık. Şimdi sırada, 70’li yıllarda yaşanan sorunlara tepki olarak askeri cunta tarafından yaptırılan 1982 Anayasası’ndan tamamen kurtularak, geleceğe dönük, rejimin olası aksaklıklarını öngörebilen ve demokrasinin kurumsallaşması konusunda düzenlemeler içeren yeni bir anayasa yapılması var. Vesayetten uzak, sadece milletin egemenliğine dayalı, cumhuriyetimizin üniter yapısına zarar verebilecek unsurları bertaraf edecek ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar olmasını sağlayacak yeni bir anayasa.
Bugünlerde iktidar partisi ve MHP ile muhalefetteki birinci parti CHP arasında “normalleşme” görüşmelerine başladı. Aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın davetiyle 19 Mayıs 2019’da Samsun’daki Tütün İskelesi’nde bir araya gelen parti liderlerinin birlik beraberlik fotoğrafı çektirdikleri gün başlayacak olan süreç maalesef ertelenerek bugünlere kaldı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun yanlış tavırları ve muhalif olmanın ötesinde, siyasi ortama saçtığı olumsuz duygu ve düşünceler yüzünden taraflar arasında iletişim sağlanamamıştı. Elbette şimdi oluşan bu iletişim ortamı amaçsız değil. Her ne kadar gerilim politikalarını hücrelerinde hisseden bazı muhalifler tarafından “yumuşama” veya “Saray ile iletişim kurulmaz” vs. denilerek eleştirilse bile, iletişim olması gerektiği gibi devam ediyor, edecek. Türkiye Cumhuriyeti’nin dünyadaki demokratik çizgide işleyen rejimlerde olduğu gibi, karşılıklı güven tesis edilerek, saygı esasına dayalı bir siyasi ortamda hayatına devam etmesi önemli. Halkın oyuyla yönetime gelmiş kişilere meşru değilsin, diploman sahte vs. şeklinde mesnetsiz iftiralar atanlar siyaset dışı kaldılar. İktidarın yanlış politikalarını eleştirmek yerine, iktidarı eleştirir gözükerek Türkiye Cumhuriyeti devletine zarar verebilecek algıları yayanlar da artık siyasi ortamın dışındalar.
CHP Genel başkanı sayın Özgür Özel’in geçtiğimiz günlerde bir televizyon kanalına yaptığı açıklamalar, yerel seçimler sonrası yeni oluşan siyasi ortamla ilgili beklentilere dair bazı ipuçları içeriyor. Özel, yerel yönetimlerdeki başarının ardından CHP’nin iktidarı devralmaya hazır olduğu mesajını verdi. Bunun için de temel devlet politikalarında sürekliliği sağlayacaklarına dair güven telkin eden bazı açıklamalarını izledik. Milli savunma teknolojilerinde atılan önemli adımlar, enerjide dışa bağımlılığı yok edecek yurtiçi ve yurtdışındaki teknik, politik ve askerî girişimler, teröre karşı alınan net tavır konusunda kararlılığını ve detaylı açıklamalarını umarım yakında duyarız. Bir yandan “Sosyalist Enternasyonal” adlı uluslararası organizasyona üye olup, diğer yandan altı okundan birisinin milliyetçilik olduğunu iddia eden partinin artık paradokslarından kurtulması gerekiyor. Bir yandan halkçı olduğunu iddia ederken, diğer yandan halkının inançlarına göre yaşamasının önündeki engelleri görmezden gelen elitist anlayışı da terk etmesi gerekiyor. Kısacası bu ülkede Ayyıldızlı bayrağımız altında huzur ve refah içerisinde yaşamak isteyen herkesin güvenerek oy verebileceği parti olmak önemli.
İki partili başkanlık rejimine sahip demokratik bir ülke olmanın, cumhuriyetimizin anayasada belirtilen temel ilkelerine, ulus-devletin üniter yapısına, toprak bütünlüğümüzü korumaya, halkımızın güvenliğini sağlamaya ve insanlarımızın inançlarına, yaşam biçimine saygılı olmaya ters düşen bir yanı yok. Gelişmelere önyargılardan uzak, dünyadaki uygulamaları bilerek bakmak önemli. Kendi rejiminin patentini diğer ülkelere pazarlayan küresel güçlere bir borcumuz yok. Kendi ideolojisinin kurtuluş olduğunu zannedenler, dünya halklarının o ideolojiler altında ne büyük sorunlar yaşadıklarını görmek bile istemiyorlar. İdeolojik illüzyonların, emperyalizmin algısal operasyonu olduğuna dair inancımız, insanları kendi ülkesinde yaşayanlara düşman etmesiyle haklılık kazanıyor. Oysa cumhuriyetimizin devamı için birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var. Bu güven sürdükçe ülkemizin geleceğine dair inancımız sarsılmaz.