Adının Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı külliyeden alan İstanbul/Fatih ilçesi tarihi yapıları ve göğsünde büyüttüğü şahsiyetlerin izleri ile hafızalarımıza kazınmış bir ilçedir. Yolunuz Fatih’e düşmüşse mutlaka Fatih Sultan Mehmet Camiine uğrar, namazı burada kılar ve ahşap bir kapıdan geçip Malta çarşısına açılırsınız. Köklü bir tarihe sahip olan Malta çarşısı gıda ürünlerinin satıldığı küçük bir mekândır. Fatih Camiinden çıkıp ahşap kapıdan içeri girdiğinizde çarşı sizi keskin baharat kokuları ile karşılar. Fatih’e sınır semtlerde yaşayanlar ayda bir kere Malta’ya uğrar ve mevsimlik baharatları,  bakliyatları, kahvaltılık ürünleri ve atıştırmalık çerezleri buradan alırlar.

İnsanların cami çıkışı uğrayıp çerez aldıkları Malta çarşısı, benim hayatımda bir yıl önce yaşadığım bir olayla özdeşleşmiştir. Dün gibi hatırlarım… Sıcak bir Ağustos sabahıydı ve herkes gibi ben de pandemi döneminden kalma korkulardan arınmaya çalışıyordum. Günlerden Pazardı camiden çıkıp önümdeki kalabalığa katıldım ve Malta’ya açılan o dar kapıdan içeri girdim. Boğuk bir atmosfer vardı. Sıcaktan korunmak için dükkânların önünden geçip ara sokağa doğru yürürken genç bir kadınla göz göze geldim. Gençliğini, gücünü ve varlığını umursamaz bir tavrı vardı kadının… İliklerimize kadar işleyen sıcağa ve sessizliği bozan ayak seslerine karşı son derece duyarsızdı. Gösterişli ve heybetliydi ama hiçbir şeyin farkında değildi. Yaşasam da ölsem de önemi yok der gibiydi. Gençti ama doksan yaşında bir ihtiyarın çökkünlüğünü taşıyordu.

Kadın önündeki bir metrelik kumaşın üzerine itina ile yerleştirdiği takılarını satmaya çalışıyordu ama ruhen orada değildi. Yanına yaklaştım ve selam verdim, başını salladı ve yüzüme donuk bir yüz ifadesi ile baktı. Konuşmaya hevesi yoktu,  yanına oturdum ve tanıştım.  Adı Semira idi, otuz beş yaşındaydı, Suriye’nin Kamışlı şehrinde doğup büyümüştü ve burada çocuğu ile birlikte erkek kardeşinin yanında kalıyordu.

Semira eşini savaşta kaybettikten sonra erkek kardeşi ile Türkiye’ye gelmişti ve yaşamını yedi yıldır onun desteği ile sürdürüyordu. Kendisini Türkçe ifade edebiliyordu fakat dünya ile irtibatını kesmiş gibiydi, konuşmaktan kaçınıyordu.  Semira dev bir kum dağının içine gömülmüş bir karıncayı andırıyordu, kimsenin göremediği, kimsenin duyamadığı bir yerdeydi ve hayatta kalmanın mücadelesini veriyordu. 

Kendisi için özel olan takıları satmaya nasıl karar verdiğini sorduğumda bunu iki sebeple gerekçelendirdi; birincisi takılar savaşta kaybettiği eşinin hediyesiydi ve kendisine acı veriyordu ikincisi ise buradan elde edeceği parayı çocuğuna harçlık olarak verecekti. Tarihin karanlık yüzüne tanıklık eden o takılar, mekân değiştirseler de acının izlerini hep taşıyacaktı ve Semira bu izlerden kurtulmak istiyordu.

Çevremde takılara ilgisi olan biri olarak bilinirim ve bir şehre yolum düşmüşse ilk önce takıların satıldığı mekânlara gider ve ilgimi çeken bir şeyler mutlaka satın alırım. Özellikle renkli, yerel ve otantik takılara ilgi duyarım ve bunların estetiğe olan yatkınlığımızı ortaya koyan ürünler olduğuna inanırım. Yoksa zor koşullarda yaşayan yerli kabilelerde kadınların ağaç kabuklarından, hayvan derilerinden, doğal taşlardan işleyip kollarına taktıkları bileklikleri ne ile açıklayabileceksiniz?

Kahvaltılık, bakliyat, baharat ve atıştırmalık ürünlerin satıldığı Malta çarşısında bir kadının eşinden yadigâr kalan takılarını satmak için bulunması oldukça ilginç geldi ve Semira’yı ancak hikâyenin görünmeyen tarafını okuduktan sonra anlayabildim. Takılara ilgilimin olmasına rağmen kadının önündeki ürünlere değil hikâyesine odaklandım.

Suriye Kamışlı’dan İstanbul’a uzanan hikâye Malta çarşısının duvarlarına yazılmıştı fakat kimse başını çevirip bakmıyordu. Bir süre sessiz kaldıktan sonra başta sorduğum soruyu tekrarladım “eşinizden hatıra kalmış, keşke satmasaydınız” Semira başını önüne eğdi ve hiç cevap vermedi. Kimbilir belki de farkında olmadan onun yarasına dokunmuştum, ortamın atmosferini değiştirmek için takıları karıştırmaya başladım. Bir kaç, yüzük, birkaç kolye ve üç bileklik vardı, bilekliklerden birine uzandım ve fiyatını sordum. İki yüz lira dedi… Şaşırdım doğal taşla zenginleştirilen gümüş bir bilekliği neden bu kadar az bedele satıyordu? Bu daha fazla eder emin misiniz? Dedim. Sustu, cevap vermedi. Sözün meramımızı anlatmaya güç yetiremediği anlar olur ve böyle zamanlarda yüreğimizin yükünü alır ve boşluğa doğru savururuz. Semira tam da o noktadaydı…

Siyah taşla zenginleştirilen bilekliği aldım ve fiyatını ödedikten sonra sana geri hediye etsem olmaz mı dedim. Hayır, bunu kabul etmem, iki yüz lira verin yeter dedi. Gümüşçüye gidip bu bilekliğin gerçek değerini öğrensen ve size onu ödesem olmaz mı dedim. O bileklik bana eşimin hediyesiydi aklınıza düştükçe onun için dua edin yeter dedi. Otuz beş yaşında savaş mağduru bir kadının ayaklarının ucuna koyduğu takılar işgal ve katliamların ağırlığını taşıyordu ve acı her şeye bulaşmıştı. Savaştan önce estetik zevkleri ile bütünleştirdiği takılar Semira’ya artık ölümü, savaşı, kopuşları ve gurbeti hatırlatıyordu ve takılarına parasal bir değer biçemediği içinde küçük bir ücret karşılığında satılığa çıkarmıştı.

Semira yası erteliyor ve bu konuda kendisiyle çatışıyordu. Oysa yas vaktinde tutulmadığında kronik bir acıya dönüşecek ve onun bütün hayatını etkile altına alacaktı. Yasını sonlandırmış olsaydı yeni hayatına uyum sağlaması daha kolay olabilirdi ama kopuşu bir türlü kabullenemiyor ve bedenen burada olsa da ruhen acının yaşandığı mekânlarda yürüyordu. Onun acılarından parça taşıyan bilekliği aldım ve veda edip ayrıldım. Evime geldiğimde ruhumda yoğun bir yorgunluk hissettim, savaşın kalıntılarından kurtulamayan Semira’nın acısı yüreğime bulaşmıştı. 

Bir süre dinlendikten sonra Semira’nın hayatının en neşeli günlerinde kullandığı bilekliğe uzandım ve takmak istedim ancak kolumda yoğun bir ağırlık hissettim ve çıkardım. Bu bileklik aşk, ayrılık, savaş, yoksulluk, hüzün, kopuş ve gurbetin yükünü barındırıyordu, bunca ağırlığı kolumda nasıl taşıyacaktım? O bilekliği sadece çaresizliğe terk edilmiş bir kadının hatırası için taşıyabilirdim.

Malta’da gördüğüm o hüzünlü yüzü hiçbir zaman unutmayacaktım ve onun hayatından izler taşıyan o bilekliği bir süs eşyası olarak kullanamazdım. Ve o bilekliği kız kardeşim Semira’nın hatırası olarak saklamaya karar verdim…