Herakleitos’un “bir nehirde iki kez yıkanılmaz” ifadesi evrendeki daimi değişime işaret ediyor. Nehre ikinci kez girdiğinizde temas ettiğiniz su bir önceki değildir, su yenilenmiş ve nehir zamanın akışına uyum sağlamıştır. Aldığınız nefesten, attığınız adıma, yaptığınız işlere kadar her şey zamana tabidir ve bu akışın içinde hedefinizi, ideallerinizi ve beklentilerinizi merkeze alarak yola revan olursunuz. Zaman hayatın çocuğudur ve bu çocuk sizinle birlikte doğar, büyür ve yaşlanır. Kimileri için Cennet’e dönüşür kimileri için ise ateşten çemberler örer… Ve her şey zamanın içinde şekillenir, zamanın içinde gerçekleşir.

İnsan diğer canlı türlerinin aksine tüm yaşamını içine alan bir öğrenme sürecine tabi oluyor ve hayatı, hayatın içinde öğreniyor. Ancak öğrenmenin uzunca bir zamana yayılması meseleyi karmaşık bir hale getiriyor ve akışı zorluyor. Bu karmaşıklık öğrenmenin bileşenlerini içeren araçların ve mekânların tarihsel sürece göre değişim göstermesinden kaynaklanıyor. Nitekim modern öncesi dönemlerde evlerde ya da sosyal ortamlarda bir araya gelen ve ilişkilerini yakınlık ekseninde sürdüren insanlar bugün bu ihtiyacı dijital mekânlarda, dijital araçla karşılamaya çalışıyorlar. İnternet ve sosyal medya araçlarının insanları taşıdığı sanal ortamlar ise derin yalnızlıklar üretiyor ve bu dehliz büyüyerek tüm toplumu içine alıyor.

Bilindiği üzere İnternetin gündelik hayatımızın bir parçası olma yolundaki ilk adımı 90’lı yıllarda atılmış, 2000’li yıllardan sonra ise bu araçlar hızla gelişerek tüm dünyayı saran bir iletişim ağına dönüşmüştür. Bugün eş zaman ve mekân olanağı sağlayan bu araçlar sadece iletişim alanında değil, başta ticaret, eğitim, turizm, ulaşım, spor, sağlık gibi pek çok noktada etkin olarak kullanılıyor. İnsanlar internet üzerinden alış veriş yapıyor, dil öğreniyor ve çeşitli kurslara ya da etkinliklere dâhil oluyorlar. Bu imkânları insanların ayağına götüren teknoloji büyük bir kolaylık sağlıyor ancak diğer taraftan yüz yüze gerçekleşen iletişimin getirdiği yakınlık ve paylaşım gibi imkânları ortadan kaldırarak boşluğa, yabancılaşmaya sebep oluyor.

Geleneksel kültürün hâkim olduğu dönemlerde zaman ve mekân kavramları iletişime dâhildi, bireyler belli bir mekânda ve belli bir zamanda bir araya gelir ve güçlü bağlar kurarlardı.  İnsanlar hangi sebeple bir araya gelirlerse gelsinler aralarında bir yakınlık doğar ve bir dayanışma ağı oluşurdu. Günümüzde iletişimi dijital ortamlarda, dijital araçlarla gerçekleştiren insanlar yakınlığa dayalı ilişkilerin getirdiği bu kazanımlardan mahrum kalıyor ve ruhsal dayanıklılığı kaybediyorlar.

Sosyal medya her yerde ve her zaman paylaşım imkânı sunarak hem zaman ve mekânın anlamını önemsizleştiriyor hem de insan ilişkilerinin dinamiği olan yakınlığı ortadan kaldırıyor. Kendi türüyle yakınlık kuramayan insanlar yaşadıkları boşluğu doldurabilmek için bu araçlara bağımlı hale geliyor ve dibi görünmeyen bir girdabın içine doğru sürükleniyorlar.

Yüz yüze iletişim imkânı sunan aile, okul, arkadaş ve sosyal çevre insanların yakınlık ve paylaşım içinde olma gereksinimlerini karşılayacak yeterliliktedir. Bu imkânların yerini alan ve insanlaştırılmaya çalışılan sosyal medya araçları ise bireylerin iletişim becerilerini körelterek onları bu kaynaklardan elde edilecek kazanımlardan mahrum bırakıyor ve kendilerine yabancılaşmalarına sebep oluyor. Nitekim dijital mekânlar, insanların sosyal paylaşım ağları ve sosyal medya aracılığıyla bir araya geldikleri ortamlardır ve bu ortamlar fiziki mekânların getirdiği imkânlara sahip değildir.

Sosyal medya araçları bireylerin bilgiye kısa yoldan ulaşmalarına ve farklı kişilerle ya da gruplarla iletişim kurarak yeni çevreler edinmelerine katkı sağlıyor ancak maksadına uygun kullanılmadığında anlam boşluğuna, yabancılaşmaya ve patolojik yalnızlığa sebep oluyor. Bu araçları amacına uygun şekilde kullanarak bu sorunların üstesinden gelebiliriz, bu mümkün…