Televizyon seyircisinin alışkanlıkları değişti. Eski model tüplü televizyonu olanlar bile küçük bir cihaz edinerek televizyonunu akıllı hale getiriyor. Pek çok farklı mecraya erişme şansını yakalıyorlar. Televizyonun şimdi çok fazla alternatifi var.
Diğer taraftan, televizyonların bu değişikliği pek de umursamadığını görüyoruz. Seyirciye sürekli negatif duygular empoze eden, toplumsal çürümeye yol açacak içerikler hala yayında. Koskoca ulusal kanallar gece/gündüz dizi tekrarı yayınlayan dizi çöplüğü haline geldiler. Birkaç kaliteli örnek dışında diziler, sosyal/kültürel yozlaşmaya yaptıkları önemli katkıyla hala yayındalar. Haber kanallarında cinayet haberleri, kadına ve çocuğa şiddet içerikli görüntüler sırf reyting uğruna, bu tür olayları normalleştirir tarzlarda yayınlanıyor. Dünya televizyonları toplumun moralini ve kültürünü daha yükseğe taşıyacak yayınlar yaparken, bizde süreç tam tersine işliyor.
Sorun çok. Televizyonlardaki kalitesiz içerik ve toplumsal yozlaşmaya yol açan etkiler meselesi belki de en önemlisi. Tabii bu sözlerimiz ülkesi ve halkı için sorumluluk duygusu taşıyanlara. Yoksa sırf gelir elde etmek amacıyla reyting adlı rakamlar için yaşayanlara söyleyecek söz kalmadı. Herkes farkında, kanal sayısı arttıkça kalite düştü. İlk zamanlar, çok kanal demokrasinin gereğidir, toplumda çok sesliliği sağlar diyenler olmuştu, hatırlıyoruz. Öyle olmadığı, çok seslilikle alakalı bir sonuç çıkmadığı netleşti ama kanal çokluğunu demokrasiyle ilişkilendirenler yüzlerce kanalın hala ne yayınladığını görüp, görmezden geliyorlar. Bu yüzden önce demokrasi anlayışımızı sorgulasak iyi olacak. Hem sosyal hayatımıza, hem de ekranlara baktığımızda görünün o ki; biz demokrasiyi Batı’daki örneklerinin tam tersine, kuralsızlık olarak anlıyoruz. Demokrasiyi kuralsızlık olarak algıladığınızda, hukuk insanların yararına işlememeye başlıyor. Laf sırası geldiğinde hukukun üstünlüğü diyerek demokrasiyi savunanlar, hukuk kuralları uygulandığında, vay bu demokrasiye aykırı diyerek veryansın etmeye başlıyorlar. Bu bizim ülkemize has bir durum. Batı’yı beğenen çok insanımız var, ama çoğu da farkında değiller; orada meziyet olarak nitelediğimiz pek çok hadise, demokrasinin aslında kurallara uymakla hayat bulduğunu gösteriyor. Bu durum medya ve dolayısıyla televizyon yayıncılığı için de geçerli. Demek ki neymiş; televizyonun reklam pastasından değil de, patronun cebinden destek alarak ayakta kalması demokrasiye pek katkı sağlamıyormuş. Evet acı gerçek bu, çoğu televizyon, sahibinin diğer sektörlerdeki yatırımlarından elde ettiği gelirlerle ayakta kalıyor. Reklam pastası denilen şey önemliydi ve seyircinin beğendiği programların reklam alarak para kazanması anlamına geliyordu. Şimdi çok fazla sayıda kanal olunca ortada reklam pastası filan kalmadı. Patronun cebinden sübvanse ettiği kanallar seyircinin beğenisini dikkate alarak değil, patronun beklentileriyle yayın politikalarını belirliyorlar. Bunun sonucunda da “genellikle” yayının kalitesinde artış değil, politize olmuş bir yayıncılık anlayışı ortaya çıkıyor.
Hani demokrasinin temel unsurlarından birisi milletin egemenliği, diğeri de kamu yararıdır deniyordu ya, söz medyaya gelince nedense bunu pek önemsemiyoruz. O halde açıkça ifade edelim; halkın aleyhine işleyen bir yayıncılık süreci yaşanıyorsa bu durum demokrasiyle bağdaştırılamaz. “Seyirci böyle istiyor” kolaycılığıyla es geçilecek konular değil bunlar. Zaten bu yanlış bakış açısı, kalitesizliğin ve yozlaşmanın yıllardır lokomotifi oldu. “Seyirci kendisine sunulanlar arasından beğendiğini izler” cümlesi yayıncılıktaki tercih seçeneklerini daha doğru ifade ediyor. Önemli olan seyirciye seçenekler sunmaktır, demokrasi anlayışıyla bağdaşabilecek yayıncılık da bu noktada başlar. İnsanlara karısını dövmeyi, ailesini öldürmeyi, çocuklarını sokağa atmayı hatta katletmeyi içeren, toplumsal anlamda milyonda bir gerçekleşen adli olayları çok raslanan, sıradan hadiselermiş gibi her gün ekrana getirirseniz, bu topluma zarar verirsiniz. Kötü örnekler kötülüğe götürür, iyilik için insanlara iyileri sunmak gerekiyor. İnsanlardan gerçekleri saklamak suçlamasıyla ya da ideolojik tabanlı bir sosyal gerçekçilik adına bu yozlaştırıcı tarzı benimseyenlerin amacı topluma zarar vermek mi acaba diye sorgulamak gerekiyor. Bu tür adli olayları bırakın gazetelerin üçüncü sayfalarında isteyenler okusun, ama televizyon görselliğiyle farklı bir etkiye sahip.
Bu anlamda televizyon sektörünün yasa dışılığı takip edip ceza yağdıran bir kuruma değil, yönlendirici olan, projeler üreten ve sektöre öncülük eden sektörel etkili bir kuruluşa ihtiyacı var. Bırakınız yasalara aykırılığı savcılıklar ve ilgili mahkemeler takip etsin, sektöre öncülük edecek kurumları asli görevine döndürelim. Tabii önce bu kurumları siyasetin emrinde ve üyeleri siyasi partilerce belirlenen abes yönetimlerden kurtarmak gerekiyor.
Televizyon yayıncılığında eleştiri ve sorun çok, ama devlete düşen görevler de çok. Öncelikle sektördeki kanal sayısını makul bir sayıya indirgeyip, televizyonların reklam ile kendisine yetecek hale gelmesini sağlamak gerekiyor. İkinci olarak da sektördeki yönlendirici, öncü kurumları tekrar yayıncılıkla ilgili eski görevlerine döndürmek, medyadaki yasadışılığı kontrol edecek uzmanlık alanı hukuk olan yeni kurumlar oluşturmak gerekiyor. Tabii bütün bunları gerçekleştirmek için kararlılık gerekiyor. Bunun için de demokrasinin uygulanan kurallar rejimi olduğuna inanan kadrolara ihtiyaç var. Umarım çok geç kalınmaz.