Hocaların Hocası Mustafa Özel ile Boğaziçi Yöneticiler Vakfı`nda (BYV) 15 Nisan Çarşamba günü Neslihan Demirci moderatörlüğünde gerçekleştirdiğimiz Roman ve İktisat serlevhalı online seminerin ikinci bölümünün konuşma metinleriyle huzurlarınızdayız.
Neslihan Demirci: Edebiyat dediğimiz şey kurgudur nihayetinde, hakikate ulaşmak için ne kadar güvenilir bir zemin olabilir?
Mustafa Özel: Hakikat nedir? Bazı hakikatler de kurgudur. Mesela modern siyaset düşüncesinin hakikati nedir? İki kelime: State of nature. Social contract. Hobbs, John Locke, Montesquieu, Rousseau, günümüzde Rolls, Taylor, bunların hepsi döner döner bu iki kavram etrafında tartışırlar.
İktisat hâlâ görünmeyen el` etrafında dönüyor!
İktisat 'invisible hand/görünmeyen el' etrafında dönüyor hâlâ. Arkadaşlar, bunların hepsi birer kurgudur yahut romandır. İlm-i iktisat dediğimiz, ilm-i tedbiri menzil, bir kurgudur, bir romandır.
'Let`s imagine.' hep böyle başlar. Mesela Antropolog Graeber, Borçkitabının yazarı çok önemli katkılarda bulundular. Yani iktisattaki bir sürü gerçeğin, aslında 'Let`s imagine' diye başlayan kurgular olduğunu görüyoruz. Kurgu olmayan hiçbir bilimsel hakikat yoktur! Dini hakikat, o ayrı bir alandır. Bundan söz etmiyoruz. Dolayısıyla şunu anlatmaya çalışıyorum. Hayatımızda roman, sinema, kurgu ciddi bir yer tutsun. Öyle vakit geçirmek için, biraz dinlenmek için bakmayın. Çok mu abartıyorum! Ne yapayım. İleri yaşta böyle oluyor yani!
Roman diliyle Emperyalizm i yazıyorum.
Roman Diliyle Emperyalizm i yazıyorum. İçinde Afrika, önemli ölçüde, Nijerya romanı, Kenya romanı, Mısır Romanı var. Ve dahi Hindistan romanı. Dehşet şeyler yazmışlar. Mesela, Chinua Achebe Afrika üçlemesini yazmış. 1960 larda başlamış, 70 lerde falan bitirmiş. Birinci kitap Parçalanma. Putperest kabile. Misyonerler gelmiş, beyaz hükümet kurulmuş, güçlüler, ateşli silahlarla gelmişler. O karşıtlığı çok iyi tasvir ediyor. Aslında hem tarihi hem de antropolojik bir çalışma. Papazlar, rahipler başlıyorlar Hristiyanlığı anlatmaya, kabile insanlarına. O kadar saçma geliyor ki anlattıkları. Gökte bir baba varmış, oğlu varmış, oğlu varsa annesi nerede? Doğum nasıl olmuş? Hiçbir şey girmiyor zihinlerine. Fakat 'iki tür insan vardı' diyor. Onları 'bu rahiplerin şiiriyeti çekiyordu'. Bir, evlerinde babaların horladığı, söz hakkı vermediği gençler. İki, kabilede bizim cahiliye Mekke`sine benzer bir adet var. Nedir? İkiz çocukları lanetli kabul ediyorlar. İkiz bebekleri ölüm ormanına atıyorlar. Ve o anneler, ikizleri, bebekleri ormana atılmış anneler papazların anlattıkları ne kadar saçma olursa olsun, gizliden gizliye kiliseye gitmeye başlıyor. Hristiyanlık önce bunları çekmeye başlıyor. Onun için romanın adı Parçalanma.
Bir Achebe klasiği: Artık Huzur Yok.
İkinci kitapta bu Hristiyan aileler büyüyor, beyazlar tarafınındın da destekledikleri için beyaz kolejlere gidiyor, onların çocukları. Kolejleri bitince İngiltere ye, Avrupa nın çeşitli şehirlerine master, doktora yapmaya gidiyorlar. Ateist olup dönüyorlar. Avrupa`dan yeni dönen çocuklar ateist, anne babaları Hıristiyan. Kabile putperest. Romanın başlığı: Artık Huzur Yok.
Afrika edebiyatının babası Achebe`nin üçlemesindeki üçüncü kitabının ismi: Tanrı`nın Oku. Halkıyla uyum kuramayan din adamı Ezeulunun trajedisi. Haddizatında çok dürüst bir din adamı Ezeulu. Çok kapasiteli, lakin inatçı. Beyaz hükümet bunu bir ajan olarak kullanmak istiyor. Ona bir görev vermek istiyor. O da bunu direniyor. Reddedince kızıp hapsediyorlar. Kabile ona sahip çıkamıyor. O da kabileye bozuluyor. Din adamının önemli bir yetkisi var, hasat zamanını ilan etmek. 'Ben ayı gördüm' aynı bizim rü`yet meselesine mümasil, 'ayı gördüm oruca başlayabilirsiniz' gibi.
Achebe yi Türkiye de kim tanıyor?
Ezeulu, 'Ben ayı gördüm hasada başlayabilirsiniz' demedikçe kabile hasat yapamıyor. O da inadına, 'siz beni korumadınız, bana sahip çıkmadınız, ben de sizi cezalandırıyorum' diyor kabilesine ve hasat zamanını bir türlü ilan etmiyor. Açlık başlıyor. Kilise uyanık, diyorlar ki 'biz hasat zamanını ilan ederiz.' Böylelikle halk yavaş yavaş kiliseye gitmeye başlıyor. Yani din adamı halkın iktisadi meselesini çözemez ise halk dinini değiştiriyor. Bunun romanını yazmış. Bunları nasıl önemsemeyeceğiz. Achebe yi Türkiye de kim tanıyor?
Neslihan Demirci: Romanda özgürlük deyince akla ilk gelen isim şüphesiz Dostoyevski. Karamozov Kardeşler de insanı çarpan bölüm: Büyük Engisizyoncu. Büyük Engizisyoncu bağlamında özgürlük ilişkisi üzerine konuşabilir miyiz?
Mustafa Özel: Arkadaşlar, Karamozov Kardeşler i biliyorsunuz hacimli bir eser. Hiçbir şeyi okuyamazsanız, tümünü okuyamazsanız bile -yaklaşık 300 üncü sayfadan sonradır- 30-40 sayfalık o Büyük Engizisyoncu bölümünü mutlaka okulun. İnançve iktidar ilişkisi çok önemli. Ben Roman Diliyle Din diye bir kitap tasarlıyorum. Benim Roman Diliyle İş Hayatı nın bir parçası şu anda. Kısa bir özet yayınladım. Allah fırsat verir de yazarsam bunun merkezini oluşturacak.
İnançve iktidar ilişkisi çok önemli.
Şöyle bir olay anlatıyor Dostoyevski o bölümde. Roman, Rusya da geçiyor, tüm olaylar. Ama bu olayı da Rusya da geçiyor gibi gösterse sansürden geçemeyecek. Bunu biliyor. Onun için bu olayı sanki 1870 lerde Rusya da değil de 1570 lerde Engizisyon döneminde İspanya da geçmiş gibi gösteriyor. Katolik bir halk. Engizisyoncu kendi fikrine bir parça bile uymayanı zındık diye yaftalıyor ce her gün 100 kişiyi yakıyor. Böyle bir ortam. Tam da o ortamda pazar yerine pat diye Hz. İsa geliyor. Millet şaşkın, 'aaa İsa bu!' İsa, bütün o tasvirlerdekilere, anlatılardakilere benziyor. 'O muydu değil miydi?' derken, yanına bir âmâ yaklaşarak 'Ne olur çok görmek istiyorum. Eğer gerçekten İsa isen beni iyileştir.' Diyor. İsa, âmânın yüzüne bir dokunuyor, adam görmeye başlıyor. Artık hiçbir şüphe kalmıyor. Bir anne geliyor, ağlamaklı, kucağında çocuğu, ölmüş, kiliseden kaldırılacak, çocuğa dokunuyor, çocuk diriliyor. Körü iyileştiriyor, ölüyü diriltiyor! '1500 yıldır siz bu İsa yı, bu Tanrı nın oğlunu bekliyordunuz! Haydi, kapanın ayaklarına!' Kimseden ses çıkmıyor. Neden? Balkonda Büyük Engizisyoncu bekliyor. Öfkeli bir şekilde bakıyor.
'Tutuklayın!'
Gözler onda. Ne diyecek acaba! İniyor, halkın etrafını çepeçevre kuşattığı İsa`nın yanına geliyor, 'tutuklayın' diyor. Alıp kodese atıyorlar. Büyük Engizisyoncu gece yarısı kapıları açtırıyor, geliyor yanına. Karşısına geçiyor. 5-10 sayfalık hadiseyi karikatürize ederek anlatıyorum. Geçiyor karşısına, 'Ey İsa Efendi niye geldin? Gökte rahatın iyi değil miydi? Baba nın yanında canın mı sıkıldı! Ne var burada? Bak görüyorsun, düzeni kurmuşuz! Gayet güzel işliyor. 'Yarın sabah git'. 'Gitmezsen' diyor 'seni de ateşe atarım seni şu kadar bin yıldır bekleyen müminlerin var ya, bir işaretimle ateşine odun taşırlar!'
'Şunu anlatıyor Dostoyevski: Hz. İsa bugün gelse peşinden gider misin?'
Şunu anlatıyor Dostoyevski. Ne bu İsa dır, ne İspanya ya gelmiştir. Bu bir kurgu. Yani gerçekten Hz. İsa bugün gelse peşinden gider misin? Ne ölçüde müminsin? Bunun sorgulamasını yaptığın zaman roman yazmış oluyorsun.
Sayısız dini romanımız var!
Bizde sayısız dini roman yazılıyor. Ü zerine 'roman' diye büyükçe bir etiket yapıştırıyorlar. Son Peygamberin Romanı I, II, III, Hz. Hatice nin romanı, Hz Ayşe nin romanı, Hz. Zeyneb in romanı... Böyle uzayıp gidiyor. Ve bunlar peynir ekmek gibi satıyor. 100 bin, 200 bin; Bakıyorsunuz Siyer-i Nebi den aparılmış metinler. Araya biraz gözyaşı vesaire katıyorsunuz. Bu roman değil. Hz. Hatice yle ilgili roman olmaz. Anlatamazsınız. O tarihçilerin işi. Sen, bugün Hz. Hatice`nin yapabildiğini yapar mıydın? Yapabilir misin? Onun gibi, Hz. Peygambere (sav) inanabilir misin? Kendini sorgulayabilirsen buradan bir roman çıkar. Yoksa öyle gözyaşına boğup metin ortaya çıkarıp üzerine roman yazmakla roman olmaz. Roman çok ciddi bir iştir. Her şeyi zorlaştırıyorum görüyorsunuz!
Kısas-ı Enbiya Okumalarını kitaplaştıracak mısınız? Böyle bir hazırlığınız var mı?
Kısas-ı Enbiyadan Yöneticilik Sohbetleri. Boğaziçi Yöneticiler Vakfı`nda uzun soluklu bir çalışmaydı. 10 yıl sürdü. BYV de uzunca bir zaman o çalışmaları yaptık. Maalesef öylece kaldı bir nevi. En çok arzu ettiğim şeylerden biri oydu. Allah ömür verirse böyle bir çalışmaya girerim. Bir takım notlarım da duruyor. Olmadı, yarım kaldı.
Neslihan Demirci: Distopyanın içine düştük. Bilim kurgu filminin içindeyiz gibi. Korona gündemiyle ilgili bir iktisatçı olarak hem de romanlarla, edebiyatla ilişkinizden yola çıkarak nasıl yorumlar yaparsınız?
Mustafa Özel: Bunları yazıyorum inşallah. Reklamını da yapmış olalım. Önümüzdeki ay Nihayet dergisinde okunursunuz. Albert Camus un Veba romanını tavsiye ederim. Camus, 'Ben Tanrı ya inanmıyorum ama ateist de değilim' diyen bir adamdır. Yani agnostiktir. Bunu Yabancı yı okuyanlar bilirler. Fakat öyle bir roman yazmıştır ki; Halkın derdine deva olmayı gerçekten arzu eder. Böylesi işleri göze alırsanız -benim yorumum- o durumda Allah`a inanıyorsunuzdur aslında. Allah o insanlardadır. Sen o insanlara kendini verebiliyorsan eğer...
Camus e 'Seküler Aziz' derler.
Yani değişik bir dindarlık. 'Camus e 'Seküler Aziz' derler. Aynı Saint Augustine vs. gibi. Sekülerdir, ama bir azizden farklı değildir. O yüzden, diğer Fransız düşünürlerinin önemli bir kısmı onun tarzından hoşlanmazlar. Belki bunu Cezayir de doğmuş olmasına borçludur. Biraz da o tür yorumlar var. Ben bir Camus uzmanı değilim. Fazla bir şey söyleyemem. Ama Veba romanı çarptı beni tabiri caizse; Veba yı okuyun. Şunu anlatmaya çalışıyor.
İnsansak zaten vebayı içimizde taşıyoruz.
İnsansak zaten vebayı içimizde taşıyoruz. Her insanın içinde o veba vardır. Biz, bunu belli anlara mahsus zannetmeyelim. Şimdi ikide bir 'ne zaman normalleşeceğiz' deniliyor.
Korona`dan önceki halimiz normal değildi.
Zaten önceki halimiz normal değildi ki. Sanki içinde yaşadığımız sistem normal de evlere kapanmamız anormal. Hayır, aslında sürüler halinde koşuşturuyorduk. Belki insânî olan o kadar koşuşturmamak idi. Bunları küçük küçük topluluklar olarak çözemeyiz. Diyelim ki herkes çalışır, uğraşır, herkes uçak falan yaparken sen yapmazsan olmaz, o zaman tepene binerler. Ama bir insanlık meselesi olarak ele aldığımızda niye bu kadar koşturuyoruz? Kimin için koşturuyoruz? Niye bu kadar üretiyoruz?
Kapitalist sistemin problemleri küresel cevaplarla çözülebilir.
Kapitalist sistemin problemleri artık ulusal, hatta bölgesel ölçekte çözülemeyecek problemlerdir. Ancak buna küresel cevaplar üretebilirsiniz. Bu da en iyi yine ütopyalar ve benzeri kurgular, sinema ve roman üzerinden yapılabilir. Klasik bilim tarzımız bunu ele almaya elverişli değil.
Neslihan Demirci: Ekonomik veya siyasi anlamda yepyeni bir döneme girilir mi, insanlar değişir mi? Kaldığımız yerden geri döner miyiz?
Mustafa Özel: Telefonla arayan iş adamları var, 'Bu durumda ne yapacağız filan' diyorlar. 'Postu deldirmezseniz daha iyi olabilirsiniz' diyorum. Önce sağlık. Hem milli sistemimiz, Sağlık Bakanlığımız, diğer bakanlıklarımız ekonomi paketleri vs. Her şeyden önce bu salgının yayılmasını nasıl önleyeceğiz? Bu mühim bir soru. Birinci önceliğimiz, ekonomik maliyeti ne olursa olsun, birinci önceliğimiz bu olmalıdır. Öyle de yapılıyor, Bu noktada epey başarılı işler yapıldı, yapılıyor. Şu anda onun analizine girebilecek durumda değilim. Önü alınabilir inşallah. Ama bir meçhule doğru gidiliyor dünyada. ABD meselenin önünü alamıyor. Bu işler çılgınca bir yere doğru da gidebilir.
İnsanoğlu balık hafızalı;
Bunun önünün alınması durumunda insanoğlunun balık hafızalı olduğunu, çok çabuk unutulabileceğini düşünüyorum. Şunu düşünün; Aşağı yukarı 100 yıl önce İspanyol Gribi vs. çıktığında 40 milyon kişi öldü arkadaşlar. Hangi dersi aldık? Avrupalılar İspanyol Gribi önlenir önlenmez kendilerini İkinci Dünya Savaşı`na hazırladılar. I. Dünya Savaşı`nda 20 milyon kişi ölmüştü. Bu hastalık 40 milyon kişiyi öldürdü. Ondan yirmi yıl sonra II. Dünya Savaşı`na girdiler, O da bir ekonomik savaştı netice itibariyle. Bir 40 milyon kişi de orada öldü. İnsanlar ve sistemler önünü aldıkları şeyleri çok çabuk unutabiliyor.
Goethe nin çok önemli bir katkısı...
Goethe nin çok önemli bir katkısı... Yine aşkıma döneyim izin verirseniz! Goethe`nin Faust II de anlattığı şey şudur. İlk sahnelerden biridir. İmparator bir karnavalın ortasında hafif çakırkeyif, kafayı bulmuş, ama söylenenleri de anlayabilecek durumda. Tamamen sarhoş diyebileceğimiz durumda değil. Tam kendinde değil, tam sarhoş da değil. Ama dışarıda terör havası var. Silah sesleri, şu bu. 'Ne oluyor diyor!' 'Askerler ayaklanmış.' Diyelim ki genelkurmay başkanına 'nedir bu?' diyor. 'Efendim' diyor, 'maaşları dağıtamadık'. 'Nasıl olur?' Maliye Bakanı`na dönüyor: 'Niye dağıtamadık maaşları?' 'Efendim' diyor, 'giderlerimiz çok arttı, gelirler yerinde sayıyor. Saraydaki simyacılar da altın yapamadı. Nereden ödeyeceğiz?' Tam böyle bir açmazda iken Mephisto (şeytan diyelim ona) cebinden bir kâğıt parçası çıkartıyor ve 'Haşmetmeab şuna bir imza atarsanız bütün problemleri çözebiliriz' diyor. 'Nedir o' diyor. 'Siz' diyor, 'bu ülkenin üstünün de altının da sahibisiniz. Toprağın üstü de sizin altı da sizin. Toprağın altında bol miktarda altın var mı var. Kuvveden fiile çıkmamış, ama var. Biz bu kâğıt parçasının üzerine şöyle yazıyoruz: 'Bu kâğıt parçasıyla İmparator size şu kadar gram altını taahhüt etmektedir.' Problemi çözer çözmez atıyor imzayı. Tam da ne yaptığını bilmiyor. O kadar muazzam bir tasvir var ki...
Goethe: Artık siyasi iktisat dönemi bitmiştir.
Goethe diyor ki 'Artık siyasi iktisat dönemi bitmiştir. İktisadi siyaset dönemi başlamıştır. Yani bundan önceki dönemin asıl liderleri siyasiler idi. Artık kâğıt paraya hükmedenler asıl liderlerdir. Siyasi liderler onlara hizmet etmek için vardır. Ve yaptıkları işin çok da farkında değildirler, olamayacaklardır da. O kadar incelikli bir iştir bu. Dolayısıyla böyle bir ortamda yaşıyoruz. Gene o sistemin menfaatine olabilecek tarzda işleri düzenleyeceklerdir. Ben, bu sistemin probleminin salgınlardan ziyade coin ler olduğunu düşünüyorum. Bitcoin`ler; Şimdi biraz dizginlemeye çalıştılar. Ben sistemin en büyük -müsbet anlamda söylüyorum- virisünün, -sistem bakımından söylüyorum- coin`ler olacağı kanaatindeyim.
Coin`ler alternatif bir para anlayışı getiriyor.
Çünkü bu alternatif bir para anlayışı getiriyor. devletlerin kolay hükmedemeyeceği bir enstrüman halinde. Devletler bunun önünü almak için şu anda çabalıyorlar. Ama şahsen şuna inanıyorum: İnsanoğlunun yaratıcılık kapasitesinin önü alınamaz. Devletler bireylerle uzlaşmak zorundadır. Bunun da en iyi karşılığını yine romanlarda, sinemalarda buluyoruz/bulacağız. Biraz, hayalinizi o yönlere doğru yöneltirseniz aranan yazarlar, aranan iktisatçılar, aranan sosyal bilimciler kategorisine girersiniz diye düşünüyorum. Bizim neslimizden geçti. Yeni ekonomik ilişkilerle para önemli ölçüde teknolojik girdi gerektiriyor. Teknolojik bilgi gerektiriyor, matematiksel bilgi gerektiriyor. Bizim kapasitemizin ihata edeceği kadar değil bunlar. Bundan sonra siz yazacaksınız, biz okuyacağız, anlamaya çalışacağız.
Neslihan Demirci: André Gide nin Kalpazanlar kitabı bu anlamda değindiğiniz bir roman değil mi?
Mustafa Özel: André Gide orada müthiş bir iş yapıyor bence. Bu romanın yayınlanışı 1925. André Gide, Charles Gide nin yeğeni. Charles Gide, 1900 lerin başlarının en büyük 3-5 Avrupalı iktisatçısından biri. Parasal iktisadın önemli sütunlarından biri. Babası erken ölüyor Andre Gide nin. İktisatçı olan amcasının evinde büyüyor. Oradaki iktisadi tartışmalara falan şahit oluyor. Fakat adam edebiyatçı... O iktisadi tartışmaları 'ben edebiyat alanına nasıl taşırım'ı düşünüyor. Romanının adı Kalpazanlar. 400 sayfalık kitapta kalpazanlık tam ortada başlıyor ve 20 sayfa sürüyor. Bir de çok basit bir kalpazanlık söz konusu. Yani bir madeni para var. O da bir takım şeyleri sembolize ediyor. Şimdi vakit yok anlatmaya... Çocuklar işte bakkala gidiyorlar falan. İşte 20 sayfada konuyu anlatıyor. Demek ki romanda asıl anlatılan bildiğimiz kalpazanlık değil. Sahte para basma, darp etme kalpazanlığı değil.
Asıl enflasyon, kelime enflasyonudur.
Roman kahramanlarından biri lise öğrencisi, sınavlara hazırlanıyor. Sınavlara hazırlanırken evde annesinin eski bir kutusunu görüyor, mektuplarını okuyor. Böylelikle babası bildiği kişinin aslında kendi öz babası olmadığını anlıyor. Yani roman sahte bir babanın keşfiyle başlıyor. Sonra sahte bir yazar. Sahte şu, sahte bu... Toplumsal ilişkilerin sahteliği... Ve bunu, 'kelimeye' getiriyor. Asıl enflasyon diyor kelime enflasyonudur. Ve şöyle bağlıyor: 'Şeytan kelimeleri o kadar çoğalttı, o kadar köpürttü ki çıkardığı enflasyonist gürültüden Tanrı nın kelimelerini işitemiyoruz.' Roman bu arkadaşlar. Böyle yazarsanız roman olur.
Neslihan Demirci: Dahi yazarlar` dediğimiz batılı büyük romancıların hem Tanrı ile hem de para ile epey bir sorunları olmuş değil mi?
Mustafa Özel: Öyledir; Bizden bir misal: İbn Rüşd 'Allah namus-u ekberdir, para namus-u asgardır' diyor. Allah a ekber, en büyük, paraya da asgar, en küçük diyor. 'Büyük Namus, Küçük Namus' diyor. Ama dikkat ediniz biri birlerine nisbet ediyor. Allah inandığımız, Vacib`ül-Vücud. Biz varsak, Allah bizim tarzımızda var değil. Kendi tarzında var. Tevhid ve tenzih anlayışımız gereği... Para da bir nevi iman meselesi. Herhangi bir şeye para dememiz için ona inanmamız lazım. İnanmıyorsak geçersiz olur. İnançolmadığı zaman para da ortaya çıkmıyor. Hatta coin`ler bile iki uçlu... Bir tarafta ben varım diğer tarafta Erhan Ağabey var! İkimiz bir şifreyle biri birimize itimat ediyoruz. O zaman o para vücut buluyor.
Parayı yapan iman ve şiddet...
Parayı yapan iman ve şiddet... Parayı yapan bunlar. Bireylerin imanı, devletin şiddeti. 'Ben Türk lirasını kullanmıyorum' diyebilir misiniz? İman ve şiddet... Bunlar tarihte de hep içiçe geçmiş. Size bunun güzel, başka bir örneğini vereyim. Herman Melville. Gözdelerimden biridir. Moby Dick/Beyaz Balina nın yazarı.
Moby Dick dehşet bir roman;
Moby Dick dehşet bir roman. Benim son yıllardaki gözdelerimden. Romanperver İktisatçı da değindim ona. Sağlam Adam. 'Abi o adam çok sağlam' deriz ya. Adam beş dakikada beş defa kandırır bizi yine de 'adam çok sağlam' deriz. Melville şunu anlatıyor: Artık modern insan sağlam adamdır. Olay, Mississippi nehri üzerinde bir gemide geçiyor. Geminin adı İman. Türkçeye çeviren bu ismi Sadakat diye çevirmiş. Çevirebilir. Ama İman diye de çevrilebilir. İman diyelim. İman gemisindeyiz. Ama nehrin üzerindeyiz. Gemi sürekli yalpalıyor. Limandan limana gidiyor. Ya denizin üzerinde yol alıyor ya da demir atmış ama yine sallanıyor. 'Ey insanlar, artık ayağınızı sağlam basacağınız bir hakikat, bir toprak yok. Artık sürekli sallanacaksınız. Modernlik budur. Sürekli sallantı halinde olacaksınız.' Diyor. Bu sallanan gemiye önce Hz. İsa görünümlü biri biniyor: Hz. İsa. Elinde pankartlar, İncil den ayetler...' Birbirinize sadık olun. Birbirinizi sevin. İnanın.' Adamı neredeyse taşlayacaklar.
Modern insan, Hz. İsa yı uyutan insandır.
Sesler: 'Münasebetsiz, in oradan. Kim çıkardı bunu buraya!' O kadar uğraşıyor, o kadar didiniyor ki ikna edemiyor muhataplarını. 'Yorgunluktan bir kuzu gibi merdivene yığıldı ve uyuya kaldı.' Modern insan, Hz. İsa yı uyutan insandır. Modern toplum Hz. İsa yı uyutmuş toplumdur. Pekiyi kim geliyor arkasından. 'Bul karayı al parayı' vardı ya eskiden Eminönü nde öyle tipler. Şaklabanlık yapıyor, para atıyorlar ağzıyla havada yakalıyor falan... Anlıyoruz ki sahne artık şeytanındır. Hem de bin bir yüzü vardır. Biraz sonra gidiyor. Yüzünü siyaha boyamış topal bir zenci gibi çıkıp geliyor. Daha sonra başka bir kılıkla geliyor. Modern toplum İsa yı uyuttu onun yerine bin bir yüzüyle sahne artık şeytanındır. Roman böyle devam ederken birden böyle soğuk çehreli bir tip çıkıyor, bu beş dakikada beş kişiyi birden kandıran, aldatabilen, bir kişiyi beş dakikada beş defa aldatabilen -bunun sayısız örnekleri olan tipler var.- biri. Bu abus suratlı, soğuk tipe hiçbir şeyi yutturamıyorlar. Hiçbir şeyi yutmuyor adam. Öyle bir tasvir etmiş ki yutmuyor ama o kadar soğuk ki... O kadar güvensiz ki... Hiçkimseye itimat etmiyor. 'Biri birimize inanmazsak Tanrı ya nasıl inanacağız?' Roman bu arkadaşlar. Sağlam Adam. Yayım tarihi 1857. Ben doğmadan 99 yıl önce yazılmış. Romancı böyle bir şey. Bizi 100 sene önce öngünmüş.
Neslihan Demirci: 19 uncu yy., 20. yy. başları romancılarını referans veriyorsunuz. Dünya edebiyatı konusu olunca 19. yy., Türkiye geldiğimizde de 20. yüzyılın ilk yarısı;
Mustafa Özel: Geçuyandım. 1950 sonrasına ancak gelebildim. 1950 sonrasında üç-beş romancı biliyorum. Bu 1950 den sonrakiler önemsizdir anlamına asla gelmez. Benim keşfedemediğim birçok cevher vardır. Hasan Ali Toptaş ın bütün kitaplarını topladım. İhsan Oktay Anar ın bütün kitaplarını dizdim. Henüz bir tanesini okumaya fırsat bulamadım. Atladığım o kadar roman var ki; Eve gelince çıkıyorum odama. Ama sıra gelmedi ne yapayım?
Neslihan Demirci: Yeni nesil yazarlardan da iktisadi anlamda güçlü bir romancı ya da roman önerebilir misiniz?
Mustafa Özel: Bütün derslerimde söylüyorum, doğudan, batıdan, bizden... Ben yenileri okumaya fırsat bulamıyorum. Sözüme itimat ediniz... Okunacak en az 500-600 kadar kitap var raflarda roman olarak. Ama vaktim yok. Diyorum ki arkadaşlar siz artık beni tanıdınız. Ayda üç-dört dergiye yazı kaleme alıyorum. Her birinde ayrı bir romanı ele alıyorum. Bana deyin ki 'Mustafa Hocam şu romanı oku!' Bugüne kadar bana tavsiye edilen roman sayısı bir elin parmaklarını bulmamıştır. Problem şu. Hangi romanın niye önemli olduğunu göremiyorsunuz. Görmek için tarihi, sosyolojiyi, diğer disiplinleri okumak lazım. Ve yaşamak lazım...
Okuması gereken bir adamdım ben!
Ben, 27 Haziran 1980 tarihinde Boğaziçi Ü niversitesi nden mezun oldum. Müthiş sevinçliyim. Ertesi gün 'ne yapacağım' dedim, 100 lira kalmış cebimde. Ve temmuz ayından itibaren de burs alamayacağım. Burs da yok. Okuması gereken bir adamdım ben. Ne yaptım? Gittim, İstanbul Bankası nda çalışmaya başladım. Çalıştığım banka üçyıl içinde battı. Bana rağmen battı! Düşünün yani! Ben o bankada bir senede araştırma müdürü olmuştum. Ve bir bankayı ancak patronlarının batırabileceğini ayne`l-yakî n orada gördüm. Şimdi bunu yaşadığım için Balzac ı anlayabiliyorum. Bunu anladığım için Melville ve Zola yı okurken bir şeyleri düşünebiliyorum.
Çalışan insanlarımızın romanı boş vermemesi lazım.
Esas yaşayan insanlarımızın, çalışan insanlarımızsın romanı boş vermemesi lazım. Buna gayret ediyorum. Mesela birkaçsene önce -Romanperver İktisatçı da anlattım bunları- 100 e yakın iktisatçı Bilim ve Sanat Vakfı nda bir araya geldi. Bunlar gerçekten seçkin iktisatçılar. Merkez Bankası nda, diğer bankalarda baş ekonomist falan gibi üst düzey görevlerde olan insanlar. İki gün boyunca çeşitli konuları, para borsa, uluslararası finanssal hareketleri falan müzakere ettiler. 'Son finali de Mustafa Ağabeyimizle yapalım' demişler. Bundan 4-5 sene önceydi... 'Bize roman anlatsın' demişler. Onlara Faust u -biraz önce söyledim- Kumarbaz ı anlattım.
Kumarbaz ı okumazsanız finans piyasalarının işleyişindeki psikolojiyi anlayamazsınız.
Kubarbaz ı okumazsanız finans piyasalarının işleyişindeki psikolojisini anlayamazsınız. Çünkü finans piyasalarında, özellikle borsalarda insanlar herhangi bir şirketi çok iyi inceleyerek o şirketin hisse senetlerini almazlar. Bunu yapanlar da vardır mutlaka. Genel olarak, üzerine oynadığınız şey, şu ya da bu şirketin hissesinden ziyade bütün oyuncuların ortalamasının nereye doğru gittiğini sezmeye çalışmaktır. Ortalamaya oynuyorsunuz. Yani oynayanların ortalama psikolojisine göre tavır takınıyorsunuz. 'Ve oynayanların önemli bir kısmı' dedim onlara 'kazanmak için oynamıyorlar.' 'Pekiyi, niçin oynuyorlar' dediler. Dedim ki 'Kumarbaz ı okuyun.'
25 günde bir roman nasıl yazılabilir!
Dostoyevski Kumarbaz ı 25 günde yazmıştır. Ve kumar borcu yüzünden yazmıştır. Borçlanmıştır. Yayıncısından borçalmıştır. Yayıncısıyla da ağır bir anlaşma imzalamıştır. Eğer bir ay içerisinde borcunu ödemezse bundan sonra yazacağı bütün kitapların telif gelirleri yayınevinin olacaktır. Böyle de bir üçkâğıtçı! 'Şimdi ne yapacağım' diyor. Belinski var o dönemin önemli bir eleştirmeni. Hepsinin üstadı... Necip Fazıl a gidiyor diyelim. Belinski, 'Dosto' diyor, 'hepsini tek başına halledemezsin. Şurada bir ay kalmış. Gel bir grup kuralım. 10 kişi diyelim... Her birimiz bir bölüm yazalım, sen de bir imza çakarsın. Böylece halledelim.' Gururuna yediremiyor, 'ben sizin yazdığınız kitaba nasıl imza atacağım, ben yazacağım' bunu diyor. 25 günde bir insan nasıl roman yazabilir. Bütün ruhuyla, bütün idrakiyle kavrayabildiği bir şeyi yazabilir ancak. O da kumar. Çünkü kendisi de iyi bir kumarbaz! Romandan çıkardığım şey bu, romanı lütfen kendiniz okuyun.
İnsan kazanmak için oynamaz, kaybetmek için oynar.
İnsan kazanmak için oynamaz, kaybetmek için oynar. Ama kaybetmek istediği şey para ve servet değildir. İnsan kendini kaybetmek için oynar. Bu dünyada yaşamak kolay mı zannediyorsunuz! Kur an-ı Kerim e bakıyorum sonra; Bütün kumar yasakları içki yasağıyla beraber zikredilmiş. 'Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan işi iğrençşeylerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.' (Mâide Sû resi 90-91).
İçki kumar, içki kumar; İçki ve kumar iki ayrı fiil. İçki, kumara benzemiyor. Niye sürekli yan yana anılıyor? Çünkü ikisinde de kendinizi kaybediyorsunuz. Bana göre Cenab-ı Hakk demek istiyor ki kendinizi kaybetmeye hakkınız yok. Ben sizdeyim. Kendinizi kaybederseniz beni bulamazsınız. Kendinizi kaybetmeyin. Dostoyevski Kumarbaz da işte bunu anlatıyor. Onun için modern müfessirlerimiz Dostoyevski`yi okuyarak kumar ayetlerini tefsir etmelidir!
Romanı ciddiye alın.
Romanı ciddiye alın. Ben abartıyor olabilirim. 65 yaşında bir piri fani! Biraz kendimi zorlamış olabilirim. Her insan kendi uğraştığı işleri biraz abartır! Olsun. Ama gördüğünüz gibi romanı kurgu olarak görüyorum. Sinema, bilim kurgu bunlar ayrı türden... Her birinin ayrı istiklâli var, ayrı bir kendine özgülüğü var. Roman sinema değil tabii. Görüntü olması, vesaire... Ayrı bir dil. Ama temelde aynı. Yani bir uydurma üzerine kuruyorsunuz. Sevdiğim bir sözdür: 'Kurgu öyle kurgulanabilir ki gerçeklikten daha gerçek olabilir.' böyle diyerek noktalayalım.
Neslihan Demirci: İyi ki okuduklarınızı bizlerle paylaşıyorsunuz...
Mustafa Özel: Benimle kısa bir süre önce bir röportaj yaptılar. Yakında yayınlarlar. İki soru ilettiler. Bir: Şu anda bu anormal şartlarda ne yapıyorsunuz? İki: Normale döndüğünüzde yapmak istemediğiniz şey nedir? Dedim ki ben normalimi bulmuş durumdayım. İnşallah salgın bir an önce biter. Ama daha önce yaşadığımız anormaldi. Şu anda kitaplarımın arasında hiçvakit kaybetmiyorum. Dersimi buradan yapıyorum. Okuyorum yazıyorum, yazıyorum okuyorum. Bu çok güzel bir normal benim için. Bu noktaya gelinceye kadar bir sürü işler yaptım. İş hayatında işlerim oldu, vakıf yöneticilikleri falan... Bunların hiçbirinden de şikâyetçi değilim. İlişkilerimden de görevlerimden de... Ama hiçbiri aslında tam arzu ettiğim şeyler değildi. Benim yapmam gereken buydu. Artık hiçbirini yapmak istemiyorum. Sadece evime kapanıp bunları yapmak istiyorum. Bunun benim için normal olmasını, ama bütün insanların da bu salgından kurtulmasını Cenab-ı Hakk tan diliyorum.
Neslihan Demirci: Kanaat Ekonomisi kitabını yazmayı düşünüyor musunuz?
Mustafa Özel: Bu sene, bugüne kadar yazdığım 8-10 kadar hacimli iktisat yazım var. Bunları Meşru İktisat isimli bir kitapta bir araya getirmeyi düşünüyorum. Yaz boyunca Allah bir elem keder vermezse Kanaat Ekonomisi risalesini yazmak istiyorum. Müstakil bir kitap değil de Meşru İktisat kitabının -Makul Yönetici çıktı biliyorsunuz-bu da Meşru İktisat... Meşru İktisat ın girişi kanaat ekonomisi üzerine. Orada biraz da edebiyat ve iktisatla içiçe. Böyle bir şey yapmayı planlıyorum. Bakalım bu yeni normalde ne yapacağız görelim!
İbrahim Ethem Gören: Muhterem Mustafa Hocam. Değerli arkadaşlarımız. Nazik ilgi ve teşrifleriniz için müteşekkiriz. Geceniz mübarek olsun.