Son günlerde bir TRT dizisinde rol alan oyuncunun, devlet televizyonunu dolaylı yoldan hedef alması üzerine başlayan tartışmalar, yalnızca bir oyuncunun tercihleriyle sınırlı değil.

Bu tartışma, Türkiye’de kamu yayıncılığının rolünü, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ni, halk iradesini ve medyanın konumunu yeniden düşünmemiz gereken bir eşikte olduğumuzu gösteriyor.

Devlet kanalında yayınlanan bir dizi film oyuncusunun, ne sebeple olursa olsun kurumu boykot etmesi kabul edilebilir bir durum değildir. TRT, halkın vergileriyle yayın yapan ve kamu adına hizmet sunan bir kurumdur. TRT bünyesinde yer alan bir birey, bu kuruma karşı bir tavır alıyorsa, bunun karşılığında bazı sonuçlarla yüzleşmesi de doğaldır. Bu noktada yalnızca sanatsal ya da bireysel özgürlüklerden değil, aynı zamanda kurumsal sadakatten ve kamu sorumluluğundan da söz etmeliyiz.

Bir başka tartışmalı konu ise yolsuzlukla suçlanan bir belediye başkanını savunmak adına başlatılan bir boykotun, insan hakları kapsamında değerlendirilip değerlendirilemeyeceğidir. Elbette herkesin kendi vicdanı ve düşünsel tercihleri vardır ancak bu tercihler, kamu düzeni, etik sınırlar ve hukuki gerçekliklerle örtüştüğünde anlam kazanır. Aksi halde ortaya çıkan durum, yalnızca siyasal kamplaşmaları derinleştiren, kutuplaşmayı körükleyen bir tabloya dönüşür.

Bu çerçevede şunu da belirtmek gerekir ki TRT'nin bugün geldiği nokta, geçmiş sistemle açıklanamaz. Eski parlamenter düzende TRT, daha bağımsız bir yapıya sahipti ancak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte bu yapı artık tarih oldu. Bugün halk, Cumhurbaşkanını doğrudan seçiyor. Bu da halkın sadece yürütme üzerindeki değil, dolaylı olarak kamu kurumları üzerindeki denetimini de güçlendiriyor. TRT’de ya da başka bir devlet kurumunda bir yanlışlık söz konusuysa, vatandaş bunun düzeltilmesini doğrudan seçtiği Cumhurbaşkanından talep edebilir. Bu hem demokratik, hem de sistemin doğasına uygun bir beklentidir.

Cumhurbaşkanının tercihleri, atanmış bürokratlar eliyle uygulamaya geçer. TRT Genel Müdürü de bu tercihlerin bir uzantısı olarak hareket eder. Bir oyuncunun diziden çıkarılması, görünürde yapımcının ya da yönetmenin kararı olabilir ancak kararın arkasında kurumsal bir irade olduğu da açıktır. Bu irade, ya genel müdürün bizzat kararıdır ya da daha üst düzeyden gelen bir yönlendirme doğrultusunda alınmıştır. Neticede sonuç değişmez; TRT, yeni sistemin dinamikleri doğrultusunda hareket etmektedir.

Bugün medyanın hükümeti yönlendirmesi artık mümkün değildir; güç dengeleri değişmiştir. Hükümetin, kamu düzenini ve istikrarı korumak adına medyayı yönlendirme zorunluluğu ise inkâr edilemez bir gerçektir. Bu yeni gerçekliğin adı, demokratik meşruiyettir. Çünkü özgürlük sınırlarını artık halk çizer. İktidarın gücü de sınırsız değildir; seçmenin izni kadardır. Seçmen desteğini yitiren bir iktidarın değişmesi kaçınılmazdır. Bugün Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidarda kalmasının temel sebebi de bu hassas dengeyi doğru okumasıdır.

Muhalefetin başarısızlığı ise çoğu zaman bu gerçeği göz ardı etmesinden kaynaklanır. Seçmenin neye rıza gösterdiğini, neyi reddettiğini doğru analiz edemeyen her siyasi aktör, yalnızca hayal kırıklığı yaşamakla kalmaz; aynı zamanda seçmenle arasındaki mesafeyi de büyütür. Eğer ülkede bir otoriterleşme olduğu iddia ediliyorsa, bunun da halkın iradesiyle şekillendiği unutulmamalıdır. Bu iradeyi görmezden gelerek yapılan her analiz, eksik kalmaya, her strateji de başarısız olmaya mahkûmdur.

Yeni Türkiye, sadece yeni kurumlarla değil, yeni bir anlayışla yönetiliyor. Bu anlayışı kavrayamayanlar, geçmişin hayaletleriyle kavga ederken, bugünün gerçekliğini ıskalama riskiyle karşı karşıyadır.