TARİHİN ÖTEKİ YÜZÜ
Birkaç kere filme çekilen Vurun Kahpeye ve Sinekli Bakkal adlı romanları ve Ateşten Gömlek ve Türkün Ateşle İmtihanı adlı hatıralarıyla aşinası olduğumuz Halide Edip Adıvar ilk kadın edebiyatçılarımızdandır. Cumhuriyetin 41. yılında öldüğüne göre okurken Meşrutiyet’ten günümüze uzanan sosyal bir köprü üzerinde yürür gibi olduğumuz romanlar, piyesler, gezi yazıları, Shakespeare gibi edebiyat incelemeleri ve bir kısmını İngilizce kaleme aldığı hatıratlar bırakmış, bu süreçte fikren ve hissen çeşitli renklere bürünmüş ilginç bir kalemdir. Belki de bu yüzden onun ders kitaplarından tanıdığımız, yaşlandığı yıllarda elinde sigarası, başını uzunca bir siyah tülbentle yarım örtmüş olduğu fotoğrafının zamîrine nüfuz etmek kolay olmamıştır sonraki nesiller için. Malûm, ders kitaplarının buz gibi soğuğu hoyratça kör etmektedir gözlerimizi.
Halide Edip yetişmesi ve aile çevresiyle gerçekten de sıradışı bir aydın profili çizmiştir. Çocukluğunda Amerikan Kız Koleji’nde eğitim görmüş (Sultan II. Abdülhamid’in zehir hafiyeleri bir baskın sırasında onu yakalayıp sarayda kâtiplik yapan babası Mehmed Edip Bey’in konağına teslim etmişti); İngilizce dersleri yanında Arapça ve Kur’an-ı Kerim dersleri de almıştır. Bir yandan İtalyan sahne sanatkârlarından piyano eserleri çalmayı öğrenirken, diğer taraftan Filozof Rıza Tevfik’ten divan edebiyatı, halk edebiyatı ve Fransızca dersleri alacaktır.
Bir ara Hıristiyanlık ve Budizme merak salan, dahası, bir dönem Ömer Hayyam’ın rubailerinin etkisinde kalan (gariptir Hayyam’ı Rıza Tevfik’in Türkçesinden değil, Edward Fitzgerald’ın İngilizce tercümesinden, daha doğrusu adaptasyonundan okuyacaktır) ve derinlemesine olmasa da liberalizm, milliyetçilik, hümanizm gibi birbirine zıt fikir tesirine daima açık bulunmuş, donukluktan bucak bucak kaçan canlı bir zihne sahip bulunan Halide Edip Âsâr-ı Bâkiye adlı ölümsüz eserin müellifi matematikçi Salih Zeki Bey ile kısa süren evliğinin ardından bir dönem Sağlık Bakanlığı da yapan Doktor Abdülhak Adnan Adıvar ile evlenmiş ve Cumhuriyetin sert kavgaları başlayınca beraberce gönüllü sürgüne gitmişlerdi. Halide Edip’in her iki kocasının da ciddi birer ilim adamı ve siyasetçi olması da ilginç birer dönemeç teşkil etmiştir hayat hikâyesinde.
Nitekim Türkçesinden bir yıl önce İngilizcesi yayımlanan Sinekli Bakkal’da (The Clown and His Daughter, 1935) bu geniş etki yelpazesinin, onun oluşturmaya koyulduğu biraz karmaşık sentezin teşekkülünde oynadığı rol bariz bir şekilde kendisini gösterir; özellikle Vahdet-i Vücûd’dan başlayıp Nirvana’ya kadar sıçrayan o edebiyatımızda bir benzeri bulunmayan “Şeytan” tartışması sahnesinde…
Türkçesi bozuk muydu?
Öte yandan kıskananları da hiç eksik olmamıştır hanım yazarın. Ruşen Eşref Ünaydın’ın Diyorlar Ki adlı eserinde hemen bütün üdebâmız sözbirliği etmişçesine Halide Edip’in dilinin kusurlu, cümlelerinin düşük ve arızalı olduğunu söylemiştir. Romancı olarak belli ki kıymetini inkâr edemedikleri bu ateşîn hanımefendiyi bozuk Türkçesinden yakalayıp hırpalamışlar, hatta Ruşen Eşref dahi bu kervana katılmıştı!
Gerçi dünya edebiyatında dili kötü kullandığı halde romancılığıyla şöhret bulmuş imzalara rastlanır ama Halide Edip’in aksak Türkçesinin her biri dev ayarında olan edebiyatçılar nesli içerisinde sırıttığı ortadadır. Bu vâkıa günümüzde Halide Edip’i güzel Türkçeye örnek olarak okutan bizler için şaşırtıcı da olsa bir başka gerçeği işaret eder:
Dil zevkinde yaşadığımız yozlaşmayı… Kendi nesline bozuk gelen Halide Edip Türkçesi bizim için aliyyülâlâ derecesinde olduğu için elbette.
“Türkiye’de Şark, Garp ve Amerikan Tesirleri”
Elimde Halide Edip’in kamuoyunda az bilinen Türkiye’de Şark, Garp ve Amerikan Tesirleri (İstanbul, 1956) adlı bir eseri var. Bu bir tür deneme kitabında da aynı çeşitlilik ve sentez arayışının işaret taşlarını yakalamak mümkün: Tabii dilindeki müzminleşmiş arızaları da.
İlginç bir bağlantı:
Kitap, Halide Edip’le bir dönem aynı kaderi paylaşmış olan eski başbakanlardan Rauf Orbay’a ithaf edilmiş. Acaba Rauf Bey’in kendi hatıratına başlık olarak koyduğu ‘Cehennem Değirmeni’nde beraberce öğütüldüklerini düşündüğü için mi konulmuştu bu ilginç ithaf? Düşünülmeye değer bir husus doğrusu.
Ardından İngiliz muhafazakâr filozofu Edmund Burke’den yaptığı, toplumun sadece yaşayanlar arasındaki değil, ölmüşler ve doğacak olanlar ile yaşayanlar arasında yapılmış bir sözleşme olduğu fikrini vurgulayan manidar iktibas geliyor. Bu gelenekçi cümle açıkça döneminde esmekte olan maziyi red fırtınasına verilmiş ince ve usturuplu bir cevap olsa gerektir.
Edmund Burke’ün muhafazakâr cemiyet formülasyonu Halide Edip’in Türkçesiyle şuydu:
“Cemiyet hakiki bir kontrattır. Fakat Devlet, herhangi anlaşmaya bağlı bir şirket telâkki edilemez. Geçici bir alâka ile başlamış, ortakların arzuları ile feshedilemez… Bu, bütün ilimlerde ortaklık, bütün sanatlarda ortaklık, bütün fazilet ve tekâmülde ortaklıktır. Böyle bir ortaklık, nesiller boyunca elde edilemiyeceği için, sadece yaşayanlar arasında hüküm süren bir ortaklık olamaz. Bu, yaşayanlar ile ölmüşler, ve, istikbâlde doğacaklar arasında tesis edilebilen bir ortaklıktır.”
Osmanlı Yunan ve Latinlerden demokratttı!
Türkiye’de Şark, Garp ve Amerikan Tesirleri adlı kitabında Batı medeniyeti tarihini hızlıca inceledikten sonra sözü Türklerin tarihine getiren Halide Edip sonunda Osmanlı Devleti’nin yeni bir portresini çıkarmayı dener. Mesela George Young’dan iktibas ettiği aşağıdaki cümle epeyce yerli bir iddia taşır:
“Osmanlı İmparatorluğu’nun geçen asra kadar hariçten görünüşü istibdada dayanmakla beraber, temelleri demokrasi idi, Türk, mizacı, ananesi ve terbiyesi itibariyle Latin’den ve Yunan’dan daha âdil idi.”
Ya “siyasî, iktisadî ve askerî bakımdan bir Türk-Arap ittifakının her iki taraf için de “sağlam bir kuvvet membaı (kaynağı)” olabileceği yolundaki şaşırtıcı görüşlerine ne demeli?
Keza İttihad ve Terakki devrinde vakıf mekteplerinin Maarif Vekaleti’ne yani Eğitim Bakanlığı’na devrine karşı çıkarken yaptığı isabetli eleştiriler bence Sultanahmet Meydanı’nda çarşafıyla yaptığı o dillere peleseng olan konuşması kadar önem arz eder.
Aynı şekilde Ziya Gökalp’in ünlü vecizesi, “Fert yok, cemiyet var. Hak yok, vazife var”ı eleştirisi de bu anlayışın diktatörlüğe açık bir çağrı olabileceği endişesiyle kaleme alınmıştı. Ziya Gökalp’e şöyle batırır iğnesini hiç acımadan:
“Bu vecizenin membaı (kaynağı) Fransız sosyoloğu Durkheim’dir. Bütün bu nevi his ve fikirleri, bütün diktatörlüklerin vecize kaynağıdır.” (s. 117)
Statükoya hayır
Bilelim ki, Hindistan’da bir nehir gibi coşkulu şair ama soğukkanlı filozof Muhammed İkbal ile tartışmaya girmiş olan, tarihçi Arnold Toynbee ve İttihat ve Terakki’nin triumvira’sından Cemal Paşa’dan Çankaya’nın ilk first lady’si Latife Hanım ve Public Philosophy’nin (Halk Felsefesi) yazarı liberal düşünür Walter Lippmann’a kadar son derece geniş bir siyasî ve fikrî ilişki ağının ortasında asılı durmaktadır Halide Edip portresi.
Onu hayatı asla bir statükocununki gibi yeknesak olmadı. Amerikan mandacılığından Milli Mücadele’nin Halide Onbaşılığı veya Halide Çavuşluğuna, iktidardayken Nazi düşmanlığından Ermenileri tehcir eden İttihatçıları tenkide, Tek Partili CHP diktatörlüğünün en sert eleştirisinden milletvekili olduğu Demokrat Parti’nin kötü gidişatı hakkındaki kritiklerine, DP’nin ilk seçim zaferi olan 14 Mayıs’ın bayram ilan edilmesini istemekten ders kitaplarındaki “Biz yeni millet olduk” palavralarını yerden yere vurmasına kadar hep uçlarda dolaşır o; daima arar ve durmaksızın sorgular.
Mustafa Kemal de, Sultan 2. Abdülhamid de onun eleştiri oklarından nasibini alacaktır. (Tabii henüz bir öğrenciyken Sultan 2. Abdülhamid’den nişan aldığını sanki almaktan pişmanlık duymuşçasına anlattığı dikkatli gözlerden kaçmayacaktır.)
Bundan 60 yıl önce terk-i dünya eden ve İstanbul’da Merkezefendi Mezarlığı’na, kocası Adnan Adıvar’ın yanına defnolunan Halide Edip Adıvar’ı yalnız Sinekli Bakkal, Ateşten Gömlek, Türkün Ateşle İmtihanı ve Vurun Kahpeye adlı yaygın olarak bilinen eserleri ile değil, erken dönem hatıralarını topladığı Mor Salkımlı Ev’i ve 5816 sayılı kanundan doğacak mahzurlar yüzünden Türkçeye henüz eksiksiz tercüme edilememiş bulunan 1928 tarihli The Turkish Ordeal ve 1930 tarihli Turkey Faces West gibi İngilizce hatıratlarıyla da hatırlamanın yarının araştırmacı ruhlarının önüne verimli kapılar açacağı muhakkaktır.
Şurası muhakkak ki, tenkid ve takdir ettiğimiz yönleri şahsiyet ve eserlerinde yan yana bulabileceğimiz nev-i şahsına münhasır bir kalem karşısındayız. Gönül ister ki, İngilizce veya Türkçe bütün eserleri eksiksiz ve sansürsüz yayımlanabilsin. Bir okurun bundan daha tabii ve meşru bir isteği gösterilebilir mi? Ama burası Türkiye’dir ve bu kadarcık masumane bir istek bile bala taş atmak kabilinden kabih bir münasebetsizlik addedilir.