TARİHİN ÖTEKİ YÜZÜ

Pek bilinmez ama Lozan müzakereleri sırasında “ümmetin yetimi” Filistinliler önce İstanbul’a, ardından Lozan’a heyet yollayarak kendilerini bir başına İngilizlerin eline bırakmamaları, en azından İngiliz manda yönetimini de pazarlığa dahil etmeleri için yalvarmışlardı bize.

Türkiye Lozan’da kapitülasyonları kaldırmakta ısrar ederken Mısırlılar da acaba bizim ülkemizde de kapitülasyonların kaldırılmasını ve Mısır’ın tam bağımsızlığını gündeme getirir mi diye Türk delegasyonuna bel bağlamıştı. (İ. Gökalp ve F. Georgeon, Kemalizm ve İslam Dünyası, İst. 1990, s. 32.)

Öte yandan Libya’nın o zamanki yöneticisi Şeyh İdris Sunusî, emperyalizme boyun eğmeyen Osmanlı’nın vârisi Ankara’dan bir Başbakan (evet, Başbakan!) talebinde bulunmuştu. Nitekim 1949 yılında Türkiye Cumhuriyeti bu emekli Hakkari Valisi’ni (Sadullah Koloğlu, yakınlarda kaybettiğimiz tarihçi Orhan Koloğlu’nun babasıdır) Libya’ya Başbakan olarak ihraç etmiş ve 1949’dan 1952’ye kadar da Libya’yı eski Hakkari Valimiz yönetmişti. (Orhan Koloğlu, Arap Kaymakam, İst., 2001.)

1969’un 1 Eylül’ünde Kral İdris’e karşı gerçekleştirdiği “el-Fetih devrimi” lideri Muammer Kaddafi’yi hatırlatmakta fayda var: Kaddafi 1970’lerde Türkiye ve İslam dünyasındaki kitlelerin çılgınca alkışladığı bir liderdi.

Şimdilerde unutuldu belki ama gelmiş geçmiş en etkili ‘İslamî film’ sayılan Çağrı’nın bitirilmesi de Kaddafi sayesinde mümkün olmuştu. Kıbrıs Barış Harekâtında ‘Savaş uçaklarınızın benzini benden’ diyerek destek veren de, Amerikan ambargosunu sayesinde deldiğimiz devlet başkanı da oydu. Ayrıca Türk inşaat şirketlerinin dışa açılmasında da Libya’nın bir nevi staj yeri vazifesi gördüğünü unutmayalım. Başbakan Abdusselam Callud da 70’li yıllarda Türkiye’de fevkalade popüler bir isimdi ve 1975’teki Türkiye ziyareti çok kritik bir anda nefes almamıza yaramıştı.

Libya henüz bir devlet olma vasıf, derinlik ve etkinliğini kazanabilmiş değil. Üstelik Libya’nın bir “devlet” haline gelebilmesi için Türkiye vaktiyle silah, askeri uzman, bakan, hatta Başbakan bile ihraç etmişti.

Şimdi takvimleri yüz yıl öncesine alarak bugüne doğru hızla ilerleyelim.

Libya Osmanlı’dan nasıl koptu?

29 Eylül 1911’de İtalyanların başlattığı Trablusgarb savaşı, arkasından gelecek 11 yıllık felaketlerin tetikçisi olacak, o gün atılan ok, Osmanlı Devleti’nin Afrika’daki bu son toprağını vücudundan koparmakla kalmayacak, Balkanları, Ege Adalarını, Arabistan yarımadasını işgalle yetinmeyerek devletin merkezi olan İstanbul’un kalbine bir mızrak gibi saplanacaktı. Demek ki, topraklarımızın Sultan Abdülhamid devrildikten sonraki hızlı parçalanışı, bugün Libya’nın bir parçası olan Trablusgarb’ın kaybıyla başlamıştır diyebiliriz.

Osmanlı Devleti temsilcileri 18 Ekim 1912 tarihli Uşi (Ouchy) Antlaşması’nı eli varmaya varmaya imzalamış olsa da, devlet Libya’nın elini de hemen bırakmamış, önce Enver, Kuşçubaşı Eşref, Mustafa Kemal, Fethi (Okyar), İbrahim Süreyya (Yiğit) ve Deli Halid Bey gibi gönüllü subayların katılımıyla iç bölgelerde İtalyanlarla mücadeleye devam etmiş, Balkan Savaşı patlak verince mücadeleye bir süre ara verilmişse de, bir Osmanlı Şehzadesini, bir ara Fenerbahçe’nin başkanlığını da yapacak olan Osman Fuad Efendi’yi muhtemelen iç bölgelerde kurulması tasarlanan bir “Libya” devletinin, hatta Afrika’da kurulacak bağımsız bir Türk-Arap devletinin veya Enver Paşa’nın deyimiyle, burada kurulacak “küçük bir bağımsız devlet”in başına geçirmek ümidiyle Trablusgarb’daki birliklere komutan olarak gönderecektir. Osman Fuad Efendi Mondros Mütarekenamesi’nin imzalanması üzerine deniz yoluyla geri dönecek, böylece Libya toprakları İtalyanlara tamamen ancak Mondros’la birlikte 1918’de terk edilecektir.

Ne var ki, İstiklal Savaşı yıllarında bir Libyalıyı, Şeyh Sunusî’yi Mustafa Kemal Paşa’nın yanı başında görmemiz sürpriz sayılmamalıdır. Hatta Şeyh Sunusî, Temmuz 1918’de son Osmanlı padişahı Vahdettin’e Hz. Ömer’in kılıcını kuşatarak bir ilke de imzasını atmıştır. Sivas Kongresi günlerinde Sivas’ta bir İslam Kongresi düzenleneceği ve başkanlığını Şeyh Sunusî’nin yapacağı haberini zamanın gazetelerinde okumak mümkündü. Sunusî bir İslam kahramanıydı ve şimdi İslam’ın bu son kalesini ve Hilafet ve Saltanatı esaretten kurtarmak üzere yola çıktığını ilan eden Milli Mücadele’ye var gücüyle destek veriyordu. Ancak savaştan sonra o da hayal kırıklığına uğrayacak, İslam dünyasını kurtaracak bir savaş olarak destek verdiği İstiklal Savaşı’nı kazananlar, işlerinin burada bittiğini, Libya’nın başının çaresine bakması gerektiğini ilan edeceklerdi. 

Lozan Antlaşması’nın 22. maddesiyle Libya’yı kendi kaderine terk etmiş, “her ne nitelikte olursa olsun Trablusgarb üzerinde sahip olduğu”muz bütün hukuk ve imtiyazların kesin olarak kaldırıldığını beyan etmişizdir. Biraz tuhaf gelse de, demek ki 1923’de hala Libya üzerinde bazı hak ve ayrıcalıklarımız varmış ve biz bunları İtalyanlara terk ederek “zafer” kazanmışız! Bu arada Libyalıların son kahramanı Ömer Muhtar’ın Mustafa Kemal Paşa’ya yardım etmesi için gönderdiği imdat mektubunu adresine ulaşmadan İtalyanların ele geçirdiklerini de belirtelim.

Şeyh Sunusî Milli Mücadele’de

Gel zaman git zaman, İtalyanların 1942’de boşalttıkları Libya’da İngilizler askeri bir yönetim kurmuştur. 2. Dünya Savaşı’nda Şeyh Sunusî’nin yeğen veya kuzeni İdris, İttifak Devletlerine yardım etmiş, onlar da kendisine Libya’nın bağımsızlığını vaat etmişlerdi. Birleşmiş Milletler Libya’nın bağımsızlığına 1949 Aralık’ında karar verdi ve İdris, 1951 Aralık’ında bağımsız Libya’nın başına Kral olarak resmen geçmiş oldu. Ancak bu arada ilginç bir gelişme yaşanmış ve Kral İdris, yeni devletini kurarken bu toprakların eski sahibi Türkiye’den bir kaymakama sürpriz yaparak Başbakanlık teklifinde bulunmuştu. Gerekçe olarak da diyordu ki Kral:

“Siz Türkiye’de Avrupalılar karşısında ezilmemeye, hatta onlara boyun eğdirmeye alışmışsınızdır. Oysa Arapların hepsi esirliği yaşadı, başkaldırmayı, direnmeyi bilemiyorlar.”

Hatta Kral İdris’in Türkiye ile federal bir birlik kurma tasavvurları dahi vardı ama arkası gelmedi. Böylece kendisi Libya’da ilginç bir Osmanlı yöntemi olarak yerli kızlarla evlenip oraya yerleşen melez ailelerden Kuloğulları’na mensup olsa da, Türkiye’ye gelip yerleşmiş olan Sadullah Koloğlu (tarihçi Orhan Koloğlu’nun babası) yıllar sonra başına yeniden fes giyerek Bingazi’ye gitmiş ve üç yıl süreyle Libya Devleti’nin Başbakanı olarak görev yapmıştır.

Whatsapp Image 2024 04 12 At 18.40.12 (1)

“Arap kaymakam”

Eski Hakkari kaymakamı Sadullah Koloğlu Bey (halk kendisine “Arap Kaymakam” dermiş) Libya’ya Başbakan yapılmakla kalmamış, aynı zamanda Adnan Menderes döneminde Libya’nın ayakta durabilmesi için çeşitli yardımlar da yapılmıştır. Gerçi mali yardımı eşit olarak ABD, İngiltere ve Fransa yapmaktaydı ama Türkiye de boş durmuyor ve BM’de kurulmasını sonuna kadar desteklediği çiçeği burnundaki Libya devletine askeri yardımın yanı sıra çeşitli uzmanlar da gönderiyordu. 1954 ila 1958 yıllarında 21’i yüksek okul, 8’i üniversite, 26’sı ilahiyat ve 8’i de askeri (4’ü deniz, 4’ü de hava kuvvetleri) okullarda olmak üzere 63 Libyalı öğrenciye Türkiye’de eğitim yapma imkânı sağlamış olup bunlar daha sonra Libya hükümetinde bakan, hatta Başbakan olarak görev yapacaklardır. Ayrıca 1954 Aralık’ında Türkiye’den gönderilen toplar törenle Libyalı yetkililere teslim edilmiştir. Bu arada Ümran Yetişal adlı bir generalimizin Libya ordusunun organizasyonunda görev aldığını belirtelim. (Orhan Koloğlu, 500 Years in Turkish-Libyan Relations, Ankara 2007, s. 255 vd.)

Keza Başbakan Adnan Menderes 1957’de, Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ise 1958’de Libya’ya ziyaretlerde bulunmuş ve Turgut Reis’in Trablusgarb’daki türbesini tazimle ziyaret etmişlerdi. Sonraki yıllarda 5. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın da aynı türbeyi ziyaret ettiğini biliyoruz. 2010 yılında ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan TİKA tarafından restore edilen türbeyi ziyaret etmişti.

Liderler gelip geçer ama bizim Libya halkı ile dostluğumuz bakidir. Nitekim 1991 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide, bir zamanların Libya Dışişleri Bakanı Abdusselam Buseyri (ki Hatay’ın Türkiye’ye katılması için Ankara’nın Arapça yayın yapan radyosunda (adı İzâ’at el-‘Arabiyye idi) çalışmıştı, yani Türkiye’den Libya’ya ihraç ettiğimiz bürokratlardandı), bu derin bağı aşağıdaki zekice cümleler halinde vurgulamak ihtiyacını duymuştu:

Biz Türkiye’yi eleştiriyoruz, çünkü Türkleri çok seviyoruz. Bizim Türk halkına, İslamiyeti altı asır boyunca savundukları için özel bir bağlılığımız ve saygımız var. Bazı ülkeler yanlış yaptıklarında onunla ilgilenmeyiz, fakat Türk kardeşlerimizi eleştiririz. Onlara kızdığımız için değil, tersine onlara duyduğumuz aşktan dolayı.

Bunlar Osmanlı adasının büyüklüğü hakkında bize fikir verecek işaret taşlarıdır. O fikre her zamankinden fazla bu günlerde ihtiyacımız var.