TARİHİN ÖTEKİ YÜZÜ

Tartışmalarda sık sık dillendirdiğimiz Osmanlı’nın çözülüşü “bizim çözülüşümüz” olarak okunmalı değil midir? Osmanlı’yı neden ve hangi gerekçeyle dışarıda tutuyoruz ki kendimizden? Çözülen de bizdik, yükselen de. Elbette biyolojik olarak bir biz’den bahsetmediğimi anlamışsınızdır. Bugün nasıl “ben” dediğimde sadece kendimi kastediyor değilsem (bu ben’in içine ne kadar çok ben sığmıştır halbuki), aynı şekilde ‘Osmanlı’ dediğimiz zaman da tabiatıyla o çınarın engin gölgesinin altına bugünkü biz de girmektedir.

Biz Osmanlı’nın bal gibi devamıyız, hem yeni kurulan bir devlet de değiliz. Hele o saçma 10. Yıl Marşı’nda geçtiği üzere 1923’te yeniden ‘yaratılan’ bir millet hiç değiliz.

Soysuz olmaya bu kadar meraklı bir topluluk ancak soyunu açıklayamayanlar arasında bulunabilir ki ülkemizin ekonomi, kültür ve basın hayatını yakınlara kadar çekip çeviren Sabetayistlerin, yani Yahudi dönmelerinin neden ısrarla Osmanlı düşmanlığı yaptıklarını bu ince noktadan okuyabilirsiniz.

Tarihte bir bütünlük şuuru içinde bakmalıyız olaylara. Bir millet ânı yaşamaz. Geçmişten geleceğe akan bir nehir gibidir milletler. Bugün onun akışında bir nokta. Bunun upuzun bir mazisi ve yine upuzun bir geleceği vardır. Bu akışı ir yerinden keserek o dönemi bütün dönemlerin üzerine çıkarmaya kimsenin gücü yetmez. Bu, ülkemizde denenen ama sahtekârları ve tüccarları çok olan Kemalist ideolojinin mayınıdır. Sakın ola ki basmayın. Siz “hakikatçi” olun.

Burada frene basarak bir tespitte bulunmak istiyorum.

Çözülme, gerileme, çöküş, yıkılış… gibi “ideoloji” yüklü kavramları kullanırken nedense müthiş bir ittifak hasıl oluyor Türk aydınları arasında. Osmanlıya saldıranlar ile savunanların safları birbirine karışıyor, tozdan, dumandan göz gözü görmez oluyor.

“Osmanlı beceriksizlikten battı” diyenler de, “Osmanlı kendisini aşmayı başaramadı” diyenler de aynı teraneyi tutturmuş durumdalar. Yok aslında birbirinden farkları! Tarih görüşlerinin bu kadar kısırlığa, bu kadar resmi tarihe endekslendiği ve görünüşteki bazı ayrıntılar haricinde hemen aynı köke sarıldığı, birbirine dolandığı başka bir memleket var mıdır bilmiyorum.

Dikkat ederseniz, yapılan açıklamaların çoğu, psikolojik ve sathî kalmakta birbiriyle yarış içinde. Hani şu ders kitaplarımıza kadar girmiş olan Cezayir’in Fransızlar tarafından işgalini Cezayir Dayısı’nın Fransız Konsolosunun kafasına indirdiği püsküllü asaya bağlayan bir sözde açıklama vardır ya, hemen bütün çözülme devri anlatıları, bu ve benzeri hissî-psikolojik gerekçelere dört elle sarılmış durumdadır. Bu yüzdendir ki, ne bugünkü problemlerimizi, ne de bugüne nasıl geldiğimizi adam gibi tahlil edebiliyoruz. Halbuki hadisenin vuku bulduğu 1830’larda şövalyelik çağı çok tan bitmişti. İşgalin esası, Fransa’nın artan nüfusunu besleyecek buğdayın Cezayir’de bulunmasıydı. Bu kadar basit.

Her şeyden önce Türkiye’de tarihe, Osmanlı tarihine dair artık farklı bir bakış açısı geliştirmemiz gerekiyor. Bu bakış açısı bizi bugün olduğundan epeyce farklı bir tarih görüşüne, dahası, yine epeyce farklı bir kimlik algısına götürecektir.

“Çözülme” söylemi de kimlik yanıltmacalarından birine hizmet eder. Dikkat ederseniz “çözülme”ye kavram veya olgu demedim, ‘söylem’ dedim. Bunun sebebi, bu tür nötr ve objektif görünen kavramların aslında belli bir siyasî veya ideolojik talebi dillendiriyor olmalarıdır. “Çözülme” söylemi, durumu tespit gibi eder görünürken, aslında bizi daha yoğun bir kavramsal karanlığın, hatta kavramsal kafesin içerisine iteklemekte, sonuçta tarihi açıkladığından fazla karartmaktadır.

1949’da ilk baskısı yayınlanan kitabıyla (Akdeniz ve Akdeniz Dünyası) Fernand Braudel, ondan önce Marc Bloch ve Lucién Febvre ikilisi yeni bir tarih anlayışı rüzgârını estirmişti Avrupa sathında. Bu yaklaşım, ideolojik ve klasik tarihin, yani dileyenin dilediği kadar çarpıtabildiği “olayların tarihi” yerine, yapıların ve dip dalgalarının tarihini geçirmeyi vaad etmişti. Bir tarihin yapısı ve derin dalgaları anlaşıldığı zaman, denizin yüzeyindeki çırpıntılar mesabesindeki dalgalar ve köpüklerle uğraşmak fuzuli bir çabadan öteye gidemezdi. Köpük tarihçileri, skor tarihçileridir ve tarihlerin hep yüzeydeki kımıltılarını seyretmeyi marifet sayanlardır. Oysa tarih, bu mudur? Yüzeydeki çırpıntıların altında koskoca bir denizin yattığını, dahası onun da altındaki denizi kuşatan fizikî yapının anlaşılmayı beklediğini nasıl unuturuz? Ve bunları unutursak, hangi yüzle tarihi yüzey öpücüklerinden teşhis ettiğimiz iddiasında bulunabiliriz?

Çözülme ve gerileme, son yılların tarihçiliğinde ciddi eleştirilere maruz kaldı ve artık tarihçiler, çok mecbur kalmadıkça yaklaşmıyor ve tam olarak neyi kastediyorlarsa onu hedefleyerek kullanıyorlar bu söylemsel düzenleri. Bir başka deyişle Büyük Hikâyelere aşırı bir ihtiyatla yaklaşıyorlar yeni tarihçiler.