Ü lkemizin mühim sivil toplum kuruluşlarından Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi`nin 20 Aralık 2021 Pazartesi günü Atatürk Kültür Merkezi`nde düzenlenen 13. İstanbul Edebiyat Festivali`nin edebî verimlerini siz değerli okuyucularımızla paylaşmaya devam ediyoruz. Geçtiğimiz ay Şehzadebaşı`nda ebediyet yurduna tevdi ettiğimiz şair, yazar, mütefekkir Sezai Karakoçanısına düzenlenen Festival`in açılışında ülkemizin mühim fikir ve aksiyon simalarından, Kültür ve Milli Eğitim Eski Bakanı, Ak Parti Eskişehir Milletvekili Prof. Dr. Nabi Avcı, TYB`nin entelektüel tarihine nakşolacak mühim bir Sezai Karakoçhasbihali gerçekleştirdi. Sn. Avcı`nın AKM salonlarını dolduran iki bine yakın TYB ve dahi Sezai Karakoçdostuna hitaben irticalen gerçekleştirdiği sohbeti ehemmiyetine binaen hüvesi hüvesine milimi milimine yayınlamayı vazife addediyorum.

`height=

Prof. Dr. Nabi Avcı: Bu Festival`i düzenleyenlere teşekkür ediyorum.

'Önce selâm, sonra kelâm. Önce hepinizi hürmetle, muhabbetle selâmlıyorum. Bu Festival`i düzenleyen Kültür Bakanlığımıza, Türkiye Yazarlar Birliği`ne, Sultanbeyli Belediyesi`ne, İstanbul İl Kültür Müdürlüğümüze, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğümüze Sayın Bakanımızın şahsında ayrıca teşekkür ediyorum. Hayırlı, uğurlu olsun. Önce bir küçük tashih yapmak ihtiyacı duyuyorum. Zannediyorum sizlere de ulaştırılan davetiyede benim buradaki konuşmama bir başlık ve de üstelik konferans olarak takdim edilmiş. Ben aslında Yazarlar Birliği`nin İstanbul şubesindeki arkadaşlarla konuşurken bir açılış, küçük bir selâmlama konuşması üzerinde anlaşmıştık ama onlar sağ olsunlar, selâmlama konuşmasını konferansa ve de üstelik bir de başlık seçerek çevirmişler. Ama ben onların bu hediyelerine cevap veremeyeceğim, onun için öyle bir konferans olmayacak, benimki sadece bir selâmlama konuşmasıyla bir konferans arasında kısa bir söyleşi olacak. Nitekim sunuşu yaşan arkadaşımız da daha çok bir hatıra konuşması gerçekleştireceğimizi imâ etti veya söyledi. Tam o da olmayacak gibi geliyor bana! Bakalım ne olacak? Hep beraber bir yol bulacağız. 

Sezai Karakoçvefât ettikten sonra biz ne kaybettik?

Keşke böyle karşılıklı söyleşebileceğimiz bir düzen olsa, daha geniş konuşurduk ama! İnşallah onu da yaparız birlikte. Sohbetle daha da güzel olur. Biz bu kadar kalabalık sunumlara pek hazırlıklı değiliz, onun için bu bağlamda kalabalık sunumlara hazır değiliz. Şimdi ben de doğrusu bu söyleşiyi Sezai Karakoçvefât ettikten sonra biz ne kaybettik? Hem o günden beri hem de özellikle bu konuşma programı belli olduktan sonra kafamda dönüp duran ana tema bu oldu. Şimdi dinleyiciler arasında benim akranlarım var, üstten, alttan akranlarım var. Bir de gençler var. Gençlere söylenebilecekleri, gençlerin bu toplantılardan beklentilerini öyle zannediyorum ki beş gün boyunca devam edecek olan sunumlarda değerli yazarlarımız, şairlerimiz &ndash açılışta da olduğu gibi- gençler için onlar özellikle Sezai Karakoç`un bundan sonra ve bugün ne anlama geldiğini daha güzel tebellür ettirecekler, o çerçeveyi onlar daha güzel çizecekler. Ben kendi hüznümüzden ve kaybettiklerimizden bahsetmek istiyorum. 

`height=

Sezai Karakoç`u ilk tanıyışım 50 küsur yıl öncesine dayanır.

Geriye dönüp baktığımda Sezai Karakoç`u ilk tanıyışımın 50 küsur yıl öncesine uzandığın görüyorum. Bir lise öğrencisi olarak rahmetli Cevat Ü lger hocamızın delaletiyle Diriliş Dergisi`yle ve daha sonra Babıali`de Sabah gazetesinde Sütun başlığıyla yazdığı günlük fıkralarla başlayan bir tanıma;  

Özellikle benim kuşağımın, benim akranlarımın, bizlerin bu arada geçen süreyi, Sezai Karakoç`la aslında kapanan bir dönemi, Türk entelektüel tarihinde, Türk şiirinde kapanan bir sayfayı geriye doğru sizlerle hatırlamak istiyorum. Henüz radyonun, televizyonun, kitle iletişim araçlarının, sosyal medyanın olmadığı bir dönemde şiir ne demekti, düşünce ne demekti, düşünce yazısı ne demekti, gazete ne demekti, dergi ne demekti! O günden bugüne bunlar çok değişti. Bir kısmı artık anakronik hale geldi, zaman dışı hale geldi. Oysa hepimiz biliyoruz ki yazarlar, şairler, bütün sanatçılar aynı zamanda içinde yaşadıkları çağın ve dolayısıyla içinde yaşadıkları ortamın da eseridirler. Onlar hem bu ortamı oluştururlar hem de o oluşmuş olan ortamdan beslenirler. Bunu en güzel anlatan metinlerden biri de    &ndash burada gençarkadaşlarıma da seslenmek istiyorum- bu fikri, bununla geçmiş dönemin elden yitip gitmesiyle ilgili tahassüsleri, duygulanımları kendi yaşadıklarımıza tercüme etmekte en çok işimize yarayabilecek bir örnek kitabı da gençlere tavsiye etmek istiyorum.

Stefan Zweig`ın Dünün Dünyası;

  O da Stefan Zweig`ın Dünün Dünyası adlı eseridir. Stefan Zweig iki savaş arasında, iki büyük savaş arasında Viyana entelektüel ve sanat muhitlerinden yola çıkarak dünyanın nasıl değiştiğini, nasıl bir dünyanın kaybedildiğini çok dokunaklı bir şekilde anlatır. Ben de doğrusu bu konuşmayı kafamda çevirirken sık sık Stefan Zweig`ın o döneme dair anlattıklarının bize de çok şey söylediğini hissettim. 

Bizim yetişme çağlarımızda yani Sezai Karakoç`un ve başka şairlerin, düşünürlerin, yazarların, kültür adamlarının verimlerini, eserlerini verdikleri dönem bugün artık gençlerin tahayyül edemeyeceği kadar uzakta kalmış gibi de görünüyor. Bugünkü zamanda yine dergiler var ama onlar o dergiler değil. Sezai Karakoç`u- belki daha sonra sunum yapacak arkadaşlarımız bu veçhesiyle de değerlendireceklerdir- yani onun dergiciliğini, Diriliş Dergisi`nin ne olduğunu ve ne olmadığını, nasıl bir işlev gördüğünü, nasıl bir iş yaptığını ayrıca birilerinin anlatmasında fayda var ama o dönem aynı zamanda gerçekten dergilerin bugün artık tahayyül etmekte zorlanacağımız bir ateşle fikir üretim merkezleri olduğunu şimdi biz hatırlıyoruz. 

Artık Diriliş gibi dergiler yok!

Artık öyle dergiler yok. Bu zamanın ruhu o zamanın ruhuyla orada ayrılıyor. O kahvehaneler de yok, o kahveler de yok. Küllük yok, Bayram Pastanesi yok, Girgin Pastanesi yok, Marmara (Kıraathanesi) hiçyok. Dolayısıyla o mekânlar yok. Oysa hepimiz biliyoruz ki mekânla düşünce arasında farkında olsak da olmasak da çok ciddi bir iletişim, bir etkileşim var. Burada bir arkadaşım küçük bir espri ile bu kaybedilenin nelere işaret ettiğini çok güzel anlatmıştı. Onu müsaadenizle paylaşmak istiyorum, felsefeci bir arkadaş; Çok iyi sigara içen bir arkadaştı! Bir gün karşılaştığımızda baktım sigara içmiyor, 'sigarayı bıraktın mı?' dedim, 'evet, bıraktım' dedi. 

`height=

'Sartre öldü, artık kahveler de yok!'

Dedim 'ya hu sen sigarayı nasıl bırakırsın?' O kadar onunla sigara, tütün o kadar özdeşleşmiş ki! 'Sen' dedim, 'nasıl bırakırsın ya hu!'  'Abi bırak' dedi ya! 'Sartre öldü' dedi, 'artık kahveler de yok!' Sigara içmenin de bir mânâsı kalmadı. Bakın, bu 'Sartre öldü, artık kahveler de yok' ifadesi öyle rast gele bir espri gibi görünse de bence dönemin ruhuna çok güzel işaret ediyor. Öyle bir dönem yaşandı. Ve o dönemin üzerine, o dönem yaşananların üzerine edebiyat tarihçileri bazı sınıflandırmalar, tasnifler yaptılar. İçinde Sezai Karakoç`un da zaman zaman olduğu sınıflandırmalar. Aralarında Sezai Karakoç`un da olduğu bazı akım tasnifleri, İkinci Yeni gibi tasnifler de yaptılar. 

Sezai Karakoç`a İstanbul Ü niversitesi tarafından fahri doktora ünvanlı verilme töreninden sonra üniversitede bir TV kanalı bu konuyla ilgili benden de bir görüş istemişti, orada da söyledim. Belki dinleyenler olabileceği için bunu hatırlatıyorum. Sezai Karakoçherhangi bir akıma, hatta şimdi birçoğunuzu belki irkiltecek bir şey olarak söyleyeyim bir Diriliş Şiiri Ekolü gibi bir akıma hapsedilebilecek bir şair değil. Hele İkinci Yeni gibi bir akımla zaten bunu söylerken akımlar var ama Sezai Karakoçoraya monte edilemez veya orada tasnif edilemez manasında söylemiyorum. 

'Akım' şiinin kendisine ters!

Böyle akımların olmadığını, bunların ilişki kümeleri olduğunu ama edebiyat tarihçilerinin ima ettikleri veya iddia ettikleri gibi böyle çok birbirlerini besleyen insanların oluşturduğu ortak bir şiir anlayışının, ortak bir şiir duyarlılığının tecessüm etmiş hali olarak 'akım' zaten şiirin kendisine ters. Yani bir tür oksimoron. Yani ikisi bir araya getirilemez. 

Şiir tekil, akım ise grupçu, benzeştirici;

Şiirse çok tekil olmak zorunda, şiir çok bireysel, akımsa çok grupçu, düzleştirici, benzeştirici, birbirine indirgeyici bir tabir. Böyle bir akım zaten bu şairleri, İkinci Yeni adı altında toplanan şairleri de teker teker aldığınız zaman nasıl ayrıklaştıklarını, nasıl her birinin kendi ayrı dünyası olduğunu bir akımın, bir ekolün, ortak paydasında onları toplamanın ne kadar zor olduğunu veya ne kadar beyhude olduğunu görürüz. 

Onun için Sezai Karakoç`un İkinci Yeni`yle veya herhangi başka bir akım ADIYLA anonimleştirmek, tasnif etmek bana -sadece Sezai Karakoçiçin değil- dediğim gibi bana çok doğru gelmiyor. Buna tabii ki edebiyat tarihi araştırmacıları öyle zannediyorum ki bundan sonraki panellerde buna, bu söylediklerime eleştirel bir şekilde yaklaşacaklardır. Ben de bu husus da konuşulsun diye bunları söylüyorum. 

Küllere iyi bakmak gerekir!

Sultanbeyli Belediye Başkanımız Hüseyin Keskin Bey konuşmasında çok güzel bir ifade kullandı: 'Asıl yapılması gereken küllere tapmak değil veya külleri kutsallaştırmak değil ateşi diri tutmaktır' dedi. Geriye doğru bakarken tam da söylemeye çalıştığım, o küllere bakarken bir yandan bu, ama bir yandan o küllere de iyi bakmak gerektiğini, o küllerden de o ateşi diri tutmak için gerekli olan pek çok şeyin o küllerde tütmekte olduğunu hatırlatmak istiyorum.

Sezai Bey de Ü çKaside`de, Kasî de-i Bürde çevirisinde ve diğerlerinde sözünü ettiği gibi, Kaside geleneğinde bir bölüm vardır, ilk giriş, başlangıçbölümü &ndash biliyorsunuz- Sevgili`nin kâfilesinin bir ara konakladığı ve sonra gittiği yeri anlatır. O bir ara Sevgili`nin kafilesinin konakladığı yerde yakılıp da sönmüş olan ateşin küllerine dair, küller üzerine çok beyitler vardır. Dolayısıyla o külleri ihmal etmemek gerekir. Hüseyin Bey`in uyarısı da çok yerinde... O külleri kutsallaştıra kutsallaştıra ateşi söndürmek de mümkündür! Onun için bu dengeyi iyi tutmak gerekir diye düşünüyorum. 

Dergiler geçmişte birlikteliklerin ve dayanışmaların en güzel ortamlarını oluşturdu.

Sezai Karakoç`un dergiciliğini ayrıca önemsememin bir sebebi de şiir veya sanat söz konusu olduğunda çok farklı farklı kimlikleri bir ortak paydada toplayacak akımlardan söz etmek mümkün değildir. Bununla birlikte düşünce söz konusu olduğunda, hatta siyaset söz konusu olduğunda -genel anlamda siyaset söz konusu olduğunda- tabii ki akımlar, birliktelikler birbiriyle izah edilebilecek ilişkiler de pekâlâ tek tek sanatçıları, düşünürleri, yazarları anlamakta, anlamlandırmakta işimize yarar. Yani sanattaki biriciklik burada çalışmaz. Orada birliktelik vardır, iş birliği vardır ve dergiler geçmişte o birlikteliklerin, o güzel dayanışmaların en güzel ortamlarını oluştururlardı.

`height=

Sezai Karakoç`un şiiri kendi gerçek değeriyle gençkuşaklar tarafından keşfedilecek.

Sezai Karakoç`un şiirini sözünü ettiğim 'geçmiş'le irtibatlı olarak biz okumaya devam edeceğiz. 'Biz' derken kendimi ve akranlarımı kastediyorum. Bizim için Sezai Karakoç`un şiiri o hatıralarla anlam kazanıyor, o hatıralarla ayrıca bir derinlik, bir anlam kazanıyor. Ama gençler için, bir süre sonra gelecek kuşaklar için Sezai Karakoç`un şiiri bütün bu hatıraların bagajından kurtulmuş olarak, saf şiir olarak okunmaya, sevilmeye, anlaşılmaya başlayacak. Yani Sezai Karakoç`un şiiri kendi gerçek değeriyle yeniden belki gençkuşaklar tarafından keşfedilecek. 

'Ben kandan elbise giydim'

Biz, Sezai Karakoç`la şu veya bu şekilde yolları kesişen, onunla şu veya bu şekilde birliktelikler yaşayan insanlar, kuşaklar o şiirlerde o yaşanmışlıkların izlerini bazen de şiirin aleyhine işleyen bir şekilde yaşıyoruz. Ondan kurtulamayız. Yani bizim kuşağın Sezai Karakoç`un şiirini saf şiir olarak okuma şansımız yok. Bizim kuşak için durum böyle. Sizin, gençlerin ve bundan sonra Sezai Karakoç`u okuyacaklar o bagajın gölgesinde olmadan, o bagajdan kurtulmuş olarak okuyacaklar. Bunların çok yanlış anlamalara müsait cümleler olduğunu bilerek ne demek istediğimi bir örnekle somutlaştırmaya çalışacağım. 

Ben kandan elbise giydim

Bütün İstanbul şahidim

Bundan senin haberin var mı?

Bu şiiri hatırlıyorsunuz, ben sonunu okuyorum. 

Ben kandan elbise giydim

Bütün İstanbul şahidim

Gençler bu şiiri içindeki bütün o imajlarla, zenginliğiyle, saf haliyle sevme şansına sahipler. Ama biz o şiirin arkasında yatan yaşanmışlıkları o şiirle hatırladığımız zaman o şiir gölgeleniyor bizde. Sizin kadar saf algılayamıyoruz. Sizleri belki Sezai Karakoç`un bir şiirini biraz da farklı yorumlamanıza yol açacak şekilde rahatsız edebilirim ama ne anlatmak istediğimi somutlaştırmak için bunu söylemem lazım.  

Ben kandan elbise giydim

Bütün İstanbul şahidim

Bundan senin haberin var mı?

6 Ocak 1959`da Sirkeci`de büyük bir patlama oluyor. Bir maden firmasının deposundaki dinamitler patlıyor. O da kendisi başlı başına trajik bir hadise. O maden şirketinin sahibinin yaşadıkları, o dinamit sandıklarını niye patlattığı filan; Çok sayıda insan ölüyor. Bir rivayete göre elliye yakın insan ölüyor o patlamada. Bütün gazeteler yazıyor; O patlama sırasında Sezai Bey de Sirkeci`de bir kahvede oturuyor. Ve onun da üzerine etrafta yaralananlardan kanlar sıçrıyor, belki kendisi de hafif yaralanıyor. 

Ben kandan elbise giydim

Bütün İstanbul şahidim

Bundan senin haberin var mı?

Şimdi şiiri böyle bir aktüaliteyle ve bu aktüalitenin çağrıştırdığı duygular üzerine kurulmuş bir şiir olarak okuduğunuz zaman o saf hali gölgeleniyor. Ama bazı şiirler de var ki oradaki yaşanmışlıklar o şiiri daha derinden anlamanızı, onun şiirsel gücünü daha çok hissetmenizi sağlıyor. 

Dolayısıyla gençarkadaşlarımızın bundan sonra okuyacakları Sezai Karakoç`la bizim okuduğumuz ve okuyacağımız Sezai Karakoçarasında elli senelik bir hikâye var. Şimdi bunu bir başka örnekle açıklamak isterim. Şairle eseri arasındaki ilişki zaten öteden beri çok tartışmalıdır. Yani bir şiiri, bir sanat eserini &ndash sadece şiir içinde değil, başka sanat eserlerini de ne kadar sanatçının kendi kişiliğiyle, kendi biyografisiyle açıklayabiliriz veya açıklamalı mıyız? Şairle şiiri arasında böyle birbiriyle nedensellik bağlarıyla bağlı ilişkiler olabilir mi? Ben olmaması gerektiğini düşünüyorum. Ama olmaması gerektiğini düşünmek olmadığı anlamına gelmiyor. Her zaman &ndash işte biraz önce verdiğim örnekte olduğu gibi- şairle şiiri arasında ister istemez o şiiri, şairi anladığınız veya şairin biyografisini bildiğiniz zaman belki daha doğru -ama daha güzel değil- anlamanıza yol açacak bir anlam dünyasına giriyorsunuz.

Mona Rosa Sezai Karakoç`un gençlik şiirlerinden biri.

Bütün bu lafları sözü biraz da Sezai Karakoç`un &ndash özellikle de vefâtından sonra- çok fazla gündeme getirilen ve sanki Sezai Karakoç`un şiiri orada başlıyormuş ve orada bitiyormuş gibi köpürtülen bu Mona Rosa hikâyesine getirmek için söyledim. 

Mona Rosa, Sezai Bey in de sonunda, en sonunda, ama en sonunda kitaplaşmasına razı olduğu, gençlik şiirlerinden biri... Güzel bir şiir mi? Evet güzel bir şiir. Ama Sezai Karakoçun şiirini, Mona Rosa`ya ve Mona Rosa şiiri üzerine inşa edilmiş olan bir sürü abuk sabuk hikâyeye indirmek, onun üzerinden Sezai Karakoçu anlamlandırmaya kalkışmak Sezai Karakoça haksızlıktır. 

`height=

Bu sözlerimin özellikle gençlerin bu kadar çok olduğu bir topluluk tarafından onaylanmasına da ayrıca çok sevindim. 

(Salondan alkışlar; )

'İlk defa Türkçeyi duyduğum zaman başımı babamın göğsüne yaslamış gibi oldum.'

Ben Türkçeyi sonradan öğrenmiş yabancılarla karşılaştığım zaman onlara ilk sorduğum sorulardan biri şu oluyor: Türkçeyi ilk duyduğunuz zaman sizde nasıl bir duygu uyandırdı? Türkçe bilmiyorsunuz ve birileri sizin yanınızda Türkçe konuşuyor. Türkçe size nasıl geliyor? Kulağınıza nasıl geliyor? Bu konuyla ilgili aldığım en güzel cevap -bizde de bir iki kitabı çevrilen, Aşk Denizi çevrildi sanırım- Victoria Holbrook`tan oldu. Ona bu soruyu sorduğum zaman dedi ki, Ben ilk defa Türkçeyi duyduğum zaman başımı babamın göğsüne yaslamış gibi oldum, başımı babamın göğsüne yaslamış gibi oldum. Bana öğle bir sürur verdi ... 'Sürür verdi' lafını bek ekliyorum, o sadece bu kadarını söyledi: 'Başımı babamın göğsüne yaslamış gibi oldum.' 

İkinci olarak da Türkçe öğrenmeye niyet etmiş veya Türkçe öğrenmeye başlamış yabancılarla, özellikle de gençlerle, zaman zaman geçmişte Yunus Emre Enstitüsü`nün yurtdışındaki kurslarında konuşurken veya insanlarla karşılaştığımda onlara hep şunu söyledim: 'Sizlere birileri muhtemelen şunu diyecek: Türkçeyi öğrenip de ne yapacaksınız, Türkçe ne işinize yarayacak! Neden Türkçe öğreniyorsunuz ki? Çince öğrenseniz anlarım, yükselen bir ekonomi, şu işine yarar, bu işine yarar, ithalat-ihracat yaparsın falan; Hâsılı Türkçe ne işinize yarayacak?` diye soranlar olabilir. Ben bu kişilere 'Türkçe nin ne işe yaradığını söyleyeyim: Türkçe öğrenmekle,   dünyanın en güzel şiirlerini okuma şansına kavuşacaksınız.' diyordum.

`height=

Her dil güzeldir, her dil Allah`ın ayetlerindendir.

Herkesin dili kendine güzeldir, her dil güzeldir, her dil Allah ın ayetlerindendir. Dolayısıyla herkes nasıl kavmini sevmekle kınanamazsa diline sevmekle de kınanamaz. Kimse   dilini   sevmekten ötürü   kınanamaz. Boşnakça da çok güzeldir. Dünyanın en güzel dillerinden biridir. Ama biz Türkler, Türkçeyi,   Türkçemizi özelikle şiirlerimizde, özellikle de Sezai Karakoçun şiirleri ile daha çok sevmişizdir. Dolayısıyla sizlerin, anadili Türkçe olan siz sevgili gereçlerin başka milletlerin çocuklarından biraz daha fazla şanslı olduğunuz bir alan varsa o alanlardan biri de, Sezai Karakoçun şiirlerini kendi ana dilinizde okuma şansına, nimetine sahip olmanızdır.   Bu nimetin şükrünü eda etmek de size düşüyor. Ben burada tekrar hepinizi hürmetle, muhabbetle selamlıyorum. Burada isimlerini andığımız veya anamadığımız bizi Sezai Karakoç`la tanıştıran, bizi Türk şiiriyle, bizi Türkçeyle tanıştıran bütün büyüklerimize Allah tan rahmet diliyorum, hepinizi hürmetle selamlıyorum.'

Teşekkürler: Fotoğraflar için usta fotoğraf sanatkârı Ahmet Dur`a teşekkür ediyorum.

YARIN: ALİ URAL: TYB, SEZAİ KARAKOÇ`UN DAVETİNİ MİLLETİMİZE ULAŞTIRMA GAYRETİ İÇİNDEDİR.