Duayen gazeteci-yazar Hüseyin Gökçe ile gazetecilik, yazarlık, iş hayatı, danışmanlık ve yayıncılık serencamı üzerine bir e-mülakat gerçekleştirdik. 

İbrahim Ethem Gören: Hüseyin Bey istirham etsem okuyucularımız için kendinizi tanıtır mısınız? 

Hüseyin Gökçe: Denizli’de 8 Nisan 1954’te doğdum. Ortaokulu bitirince gazeteciliğe başladım. Okulda duvar gazetesi çıkarmıştım. Dışarıdan İmam-Hatip ve Denizli Lisesi’ni, Eğitim Enstitüsünü bitirdim. 1977’de İstanbul’a yerleştim. Askerliğimi kısa dönem olarak Manisa Kırkağaç’ta tamamladım. Gazete ve dergilerde muhabirlik, editörlük, genel yayın yönetmenliği, yazarlık; kendi firmamda reklamcılık yaptım. 1979’da ilk kitabım Damla Damla Tarih’i, kurduğum Söğüt Yayınları’ndan çıkardım. Vakti merhunu geldiğinde gazeteciliği bırakıp tekstil ve dış ticaret sektöründe çalıştım. Beş yıl Moldova Fahri İstanbul Başkonsolosu olarak görev yaptım.    

 

Fransa, Suudi Arabistan, Japonya, Moldova ve Özbekistan’da uzun yıllar kaldım, bu ülkelerde işler kurdum. 20’si, 9.Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in özel danışmanı olarak 52 ülkeyi ziyaret ettim.    

2010-2018 yılları arasında İTÜ Maden Mühendisliği Fakültesi’nde “Mühendislik Etiği’ ve “Toplum-Çevre” dersleri verdim.  

Evliyim. Dört çocuğum, iki torunum var.    

Yönetim/iletişim danışmanlığı, yayıncılık, yazarlık ve serbest editörlüğe devam ediyorum.    

Tahsil yıllarınızda gazeteciliğe, yazarlığa, yayıncılığa müteveccih kariyer planınız var mıydı? 

İyi bir yazar ve gazeteci olmak dışında büyük hedefler peşinde koşmadım. 

Hangi âmiller sizi 15 yaşında gazeteciliğe sevk etti? 

Ortaokulda Türkçe öğretmenim Kazım Genç yazarlık ve gazetecilik konusunda beni ciddi motive etti. Bana “Bay Yazar” adını taktı. Duvar gazetesi çıkarmam konusunda çok destek verdi. Yazılarımı yerel gazetelerde yayınlattı.   

Memleketiniz Denizli’de yerel basın tecrübenizi konuşalım dilerseniz... 

Yine Kazım Genç hocanın teşvik ve desteğiyle oldu her şey. Daha 20 yaşına gelmeden yerel gazetelerde yazılarım çıkıyordu. Oysa o kadar güzel yazılar değildi. 20 yaşıma girdiğimde kadrolu, SGK’lı gazeteci ve yazı işleri müdürü oldum.    

Nerede? 

İlk Haber diye günlük bir gazetede.  

Neler yaptınız İlk Haber’de? 

Habere çıkar, döndüğümde aynı anda iki-üç daktiloda çalışırdım. Birinde manşet, birinde cinayet haberi, diğerinde futbol. Dizgi beklemesin diye iki paragraf yazıp yırtıp verir, diğer sayfaya devam ederdim. Sayfa tasarımını da ben yapardım. Yazı işlerinde sadece iki kişiydik.   

Başyazarlığınızı da konuşalım… 

Başyazılarımı Hüseyin Mücavir Osmanoğlu takma adıyla yazardım. Genel Yayın Yönetmeni olarak gerçek ismim geçerdi.    

Aynı gazetede iki farklı isimle yazıyorsunuz. Denizli nisbeten küçük bir yer, başınıza iş almamışsınızdır inşallah! 

Yok ya hu! Denizli Valisi Münir Güney (1975) telefon etti bir gün, “Hüseyin Mücavir beyi konağımda konuk etmek istiyorum, yardımcı olur musunuz?” dedi. Beni tanıyordu, karşısında görünce “Yanlış anladınız sizinle zaten görüşüyoruz, Hüseyin Mücavir beyi rica etmiştim” dedi. “O da benim” deyince inanmak istemedi. “Ben onu 50-60 yaşlarında emekli edebiyat hocası filan sanıyordum” dedi. O başyazıları benim yazdığıma bir türlü inanmak istemiyordu. Babanız veya anneniz öğretmen mi, subay mı filan demeye başladı. Annemin okuryazar olmadığını babamın da asker ocağında öğrendiğini anlatınca ne diyeceğini bilemedi. 18 yaşından beri Osmanlıca okuyup yazdığımı, 12 ciltlik Risale-i Nurları iki kere baştan sona okuduğumu söyleyemedim tabii ki.    

Neden? 

İnanmayacaktı çünkü…   

İstanbul’a gelişiniz nasıl oldu? 

1976 yılının sonunda annemi trafik kazasında kaybettim.    

Rahmet olsun… 

Âmin. Validemin vefatından sonra Denizli boğmaya başladı beni, her baktığım yerde annemi görüyordum. Zaten İstanbul’a yerleşmek planım da vardı. Elimde bir poşetle İstanbul’a geldim. Birer ikişer hafta sağ kesimin gazetelerinde çalıştım. 1 Temmuz 1977’de Tercüman’a geçtim.  

  

  

Tercüman’ın hangi servisinde çalıştınız? 

Tercüman Çocuk’ta. Çocuk dergisi daha uygundu… Orada muhabirlik, yazarlık, editörlük ve sayfa sekreterliği yaptım. Gürbüz Azak bey müdürümüzdü, ondan çok şey öğrendim. Yazı yazmayı, tasarımı ve insanlığı. 

  

Biz de Tepe Edebiyat Sanat dergisini yayınladığımız yıllarda Gürbüz Bey’den tefeyyüz eder, mecmuamız için telif eserler alırdık kendisinden. Asitane’de hangi gazete ve dergilerde ne kadar süreyle çalıştınız? 

İbrahim Ethem Bey, biraz tuhaf gelecek ama çalışmadığım gazete yok gibi. Yörük olduğum için bir yere çakılıp kalmak bana göre değildi. İşimde iyi olduğum için eyvallahım da yoktu. Gazetelerden başka on kadar farklı dergi çıkardım.    

Bir grubun ya da partinin tam adamı olmadığım için yeterince isim yapamadığımı sanıyorum.   

  

Hayrolsun. “Kemâl’in seng-i kabri kalmadıysa nâmı kalmıştır!” diyen Namık Kemal’e rahmet olsun… Gazetecilik mesleğinde muhabirlikten başyazarlığa ve genel yayın yönetmenliğine kadar pek çok alanda görev yaptınız. Bu görevler size hayata, insana ve hakikate dair neler öğretti?  

Neler öğretmedi ki! Yayınlarıma ve raflara çıkan 25 kitabıma yansıtmaya çalıştım bunları.   

Gazetecilik yıllarınızda kimleri tanıdınız? 

Celal Bayar’dan, İsmet İnönü’ye, Necip Fazıl’dan Aziz Nesin’e, Sabri Ülker’den Rahmi Koç’a ve  Ajda Pekkan’a kadar binlerce insan tanıdım. Kanaat önderleri de buna dâhil.   

Uzun yıllar çalıştığınız Tercüman gazetesi Türk matbuat tarihinde nerede ve nasıl konumlanır? 

Solculuğun moda olduğu dönemlerde sağın ve muhafazakârların en önemli kalesiydi Tercüman.  

“Kemal Ilıcak gayretli ve iyi niyetliydi.” 

Patron Kemal Ilıcak gayretli ve iyi niyetliydi. Sola uzak duran insanımıza güven veriyordu. Elbette hataları çoktu ama sağlam yazarları, kitapları ve haberleriyle Türk halkına yardımcı olduğunu, önemli bir köprü oluşturduğunu düşünüyorum.   

Miladi takvimin yaprakları 1979’u gösterirken Damla Damla Tarih serlevhasıyla ilk kitabınız okuyucularla buluştu. İlkler önemli… Şimdi, kitabın hikâyesini dinleme zamanıdır… 

Kitabı oluşturan yazıların tamamı Tercüman Çocuk’ta yayınlanmış yazılarımdan oluşuyordu.  Heyecan veren, kolay okunan bir kitaptı, defalarca basıldı. İçindeki karakalem resimleri ve kapağı Gürbüz Azak yapmıştı. Türkiye Çocuk dergisi kitabımızı promosyon olarak da dağıttı.   

“Ben hatıralar deniziyim!” 

Gazetecilik, yazarlık yıllarınız özelinde birkaç hatıranızı paylaşmanızı istirham ediyorum. 

Ben hatıralar deniziyim, Allah vergisi bir hafızam var. Dört yaşında olduğum sünneti, Demirel’in 1965 yılında kurduğu ilk hükümetin bakanlarını yazabilirim. Bu konuda çok şanslıyım da... 1990’da Romanya’da devlet başkanı sokak tarafından teslim alındığında, 11 Eylül ‘de ABD’de İkiz Kuleler bombalanırken ben tam oradaydım. Bizzat yaşadım. O yüzden hatıralar kapısını açmayın, kapatamayız!   

Buradan, ”Anılar Adres Sormaz’a müşfikâne nazar edelim… 

Bir dönem Yeşilçam sinemasında ve bazı senaryolar için çalıştım. Bu kitap bir senaryo kitabıdır. Gelişmiş senaryo tekniğiyle yazılmıştır. Böyle kitaplar çok az diye yayınlamak istedim ve yayınladım. İnşallah film olarak görmek kısmet olur.  

İnşallah… 

1950-2000 yılları Türkiye’sini, azınlık vatandaşları konu eder. 

Dünden bugüne Bâb-ı Âli ne/neler değişti? 

Nelerin değiştiğini hepimiz gözlemliyoruz aslında. En önemli değişim şu bence: Büyük gazete ile küçük gazete arasındaki mesafe çok kısaldı. Sanala girdiği zaman yerel bir gazete haberi Hürriyet’ten daha fazla ilgi görebiliyor. Amatör bir haberci, ünlü bir gazeteciden daha çok paylaşım alabiliyor.    

Bir önemli değişim de itibarda. Bana göre gazeteciliğin saygınlığı, itibarı yok oldu. Büyük sermayelerin ve siyasetin maşası pozisyonuna düştüler.  Ceza olarak da milyonluk tirajlar 50 bine kadar indi. Zaten Bâb-ı Âli dediğimiz bölge turizme, otelciliğe teslim… Gazeteler gitmişti, yayınevleri de terk etti.   

“Bugünkü çürümenin baş sebebi medyadır.”   

Bu bağlamda gazetecilik meslek âdâbına dair neler söylemek istersiniz? 

Topluma yön verme durumundaki gazetelerde meslek âdâbı ve itibar yerlere düşünce her meslekte çözülmeler, erimeler, irtifa kaybetmeler aldı başını gitti. Bence bugünkü çürümenin baş sebebi medyadır.   

Ani bir kararla ticaret hayatına atıldınız… Söz sizde… 

Tüccar bir aileye damat olunca ticaret kaçınılmaz hale geldi benim için. Önce kumaşçılık, tekstil, dış ticaret derken dünyaya açıldım. 15 yıl bir ayağım yurtdışında oldu. On ayrı ülkede ev kiralamak durumunda kaldım.   

Neler yaptınız yâd ellerde? 

Fırıncılıktan oto yedek parça işine kadar yapmadığım kalmadı.  

Ticaretle meşgul olduğunuz dönem Turgut Özal yıllarına tarihleniyor. Merhumun bu topraklar için ürettiği katma değerlere dair neler söylemek istersiniz? 

Merhum Özal ile fazla yakınlık kurma fırsatım olmadı. Kardeşi Korkut Özal, Lâleli’de kapı komşumuzdu, oraya gelip gittikçe selâmlaşırdık.    

“Turgut Özal’ı yakından takip ettim.” 

Ancak bir gazeteci olarak yakından takip ettim Özal’ı. Türkiye’nin üzerindeki ölü toprağını silkeleyen, silahlı güçlerimizin millete, bu topraklara yönelme arzusundaki gücünü törpüleyen, üzerimizdeki karanlık vesayeti önemli ölçüde kaldıran biridir gözümde. Adnan Menderes gibi, Demirel gibi, Erbakan gibi onu da rahmetle ve daha önde anıyorum.   

Rahmelullahi aleyhim ecmain… Siyasi kimliğiniz de var. Süleyman Demirel’e nasıl danışman oldunuz?  

Buna siyasi kimlik demek doğru değil. Demirel’in veya başka bir partinin üyesi ve değişmez sempatizanı olmadım hiçbir zaman. Her dönemde farklı partilere oy verdim. Cumhurbaşkanı Demirel’in özel kalem müdürü ile Moldova’da yakın arkadaştık. Çankaya’ya ziyarete gitmiştim dostumu. O sırada Demirel ile de bir yakınlık oldu. Zaten birkaç kere görüşmüştük, beni biliyordu. Gezi danışmanlığı gibi bir teklif çıktı ortaya, ben de seve seve kabul ettim. İki yıla yakın sürdü, ücret almadım. Bir çeşit gönül yakınlığıydı. 20 ülkeye yanında gittim, toplantılara katıldım. Cumhurbaşkanlığı görevi bitince ayrıldık.   

    

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’le birlikte 20’den fazla yurtdışı seyahatine katıldınız. Bu seyahatlerde neler gördünüz? 

Yurtdışında saygınlığı olan bir liderdi Demirel. İngilizcesi iyi olduğu için dünyayı ilgilendiren yeni kitapları hemen alır okurdu. Güzel ve inandırıcı konuşurdu, bol bol rakam verirdi. Alçak gönüllüydü. Kibirlenmezdi. Geziler genelde 150 kişilik gruplar halinde olurdu. Uçakta tek tek insanların yanına gider, geziye katıldıkları için kendilerine teşekkür eder, ellerini sıkardı. Gezi dönüşünde de yine tek tek herkesle vedalaşırdı.    

“Süleyman Demirel’le kimse ceketsiz konuşmazdı!” 

Devlet ciddiyetine önem verirdi. Onunla kimse ceketsiz konuşmazdı. Konuşulanları not alır, söz verdiği işi iyi takip ederdi.   

Sizce Süleyman Demirel’in alametifarikası nedir? İçerideki Demirel ile dışarıdaki farklı mı? 

Hazırcevaplığı, hafızası ve ciddiyeti… Ayrıca tutumluydu. Elektrik sobasının yaktığı büyük toplantı masasının örtüsünün ortasındaki yanık yerine çiçek koydurarak yıllarca kullanmıştı. Haram helâle dikkat ederdi.  

Süleyman Demirel: Gençken hâfız olmayı çok isterdim. 

Bir sohbetinde “Gençken hafız olmayı çok isterdim. Bediüzzaman’ın talebesi Hafız Ali’den öğrendim Kur’an okumasını ama sonunu getiremedik” demişti. “Cevşen” dediğimiz dua mecmuasını devamlı okurdu. Sabah namazlarını ve yatsıyı düzenli kılardı. Aradaki namazları da fırsat buldukça… Çantasından seccade eksik olmazdı. Koruması Şükrü Çukurlu’dan namazı hatırlatmasını isterdi.   

Şimdiki zamanda da yurtdışına çıkıyorsunuz. 30 yıl öncesiyle günümüz Türkiyesi’nin ‘dışarıdan” nasıl gözlemlendiğini teşrih masasına yatırır mısınız? 

Zor soru bu. Eskiye göre çok daha iyi olduğumuz noktalar da var, geriye düştüğümüz durumlar da... Sayın Erdoğan’la hiç yurtdışına gitme imkânım olmadığı için sağlıklı kıyaslama yapmam doğru değil.   

Hüseyin Gökçe: Hepimiz Orta Asya anlatılarıyla büyüdük.   

Buradan atayurdumuza gidelim… Türkîe Cumhuriyetlerde neler aradınız? 

Malum hepimiz Orta Asya anlatılarıyla büyüdük. Benim içimde de kopup geldiğimiz toprakları görme arzusu vardı hep. O yüzden Türkî Cumhuriyetleri görmeyi çok istiyordum. Oralarla ticaret yapan bir firmadan genel müdürlük teklifi alınca hemen kabul ettim.    

  

 Hangi ülkelerde ne kadar çalıştınız? 

Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan’da dört yıla yakın ticaret yaptım, fırın kurdum. Gerçekten köklerimizin oralara dayandığını gördüm, unutulmaz güzel yıllar yaşadım, güzel dostluklar kurdum.   

Aradıklarınızın ne kadarını buldunuz? 

70 yıl Rus esaretinde yaşamanın ciddi sorunları vardı Türkî Cumhuriyetlerde ve yeni devlet oluyorlardı. O yüzden epeyce sıkıntılıydılar. Buna rağmen aradıklarımın çoğunu bulduğumu söyleyebilirim. 

Moldova fahrî büyükelçilik hizmetlerinize de değinelim… 

1992 yılında Moldova’nın başkenti Kişinov’a gittiğimde oradaki iki Türk’ten biri olduğumu gördüm. Kazakistan’dan aldığımız 40 konteynır kuru deriyi demiryolu sisteminin bize uyumsuzluğundan dolayı oraya indirme zaruretiyle baş başa kaldık. Mecburen orada yapılandık, güzel ilişkiler geliştirdik. Rusya demir yollarından indirdiğimiz derileri önce orada depoladık sonra TIR’larla İstanbul’a taşıdık. Türkiye’den bunu yapan ilk ve tek firma bizdik.    

Sonra… 

Çok dostluklar kurdum, devlet başkanı ve bakanlarla, bizim elçiliğimizle… Orada samimi olduğum Tudor Angali adındaki bir Gagavuz Milletvekili Ankara’ya Moldova Büyükelçisi olarak atandı. Aramız çok iyiydi. “Seni de Fahri İstanbul Başkonsolosu yapalım” dedi. Severek kabul ettim. Moldova’dan gelen resmî heyetlerle ve turistlerle, vize işlemleriyle ilgilendim. Tudor beyin görev süresi dolunca benim de işim bitti. Zaten yük olmaya başlamıştı.  

ABD’de İkiz Kuleler bombalanırken oradaydınız. Neler yaşandı o süreçte? 

Uçaklar ‘İkiz Kuleler’i vurduğunda oranın saatiyle sabah 10 gibiydi. Ertesi günü Türkiye’ye döneceğimiz için bazı küçük hediyeler almak üzere İkiz Kuleler’in bulunduğu bölgeye gittim. Kaldığımız Hilton oteli oraya yakındı. Bir mağazanın içindeyken büyük bir gürültü duydum, hemen dışarı çıktım. Kuleler yanıyordu.    

Hüseyin Gökçe: İkinci uçağın kuleye çarptığını gördüm. 

İkinci uçağın kuleye çarptığını gördüm. “Film çekiyorlar” dedim kendi kendime. “Adamlar ne kadar usta bu işte, sanki gerçek gibi” diye düşündüm. Hintli olduğunu tahmin ettiğim mağaza sahibi de benimle birlikte dışarı çıkmıştı. O da benim gibi olup biteni evvelemirde film sanmıştı. Mağazaya girip alışverişe devam ettim. Televizyonu açınca gerçeği öğrendik. Büyük bir panik başladı. O zaman ABD’nin sanıldığı kadar büyük bir devlet olmadığı kanaatine vardım. Yolları, köprüleri, kredi kartlarını kapattılar. Manhatten’ın dışına çıkmamızı engellediler. Uçak seferli iptal oldu. Üç gün yarı hapis gibi yaşadık.    

O günlerde dikkatinizi neler çekti? 

En çok dikkatimi çeken noktalardan biri, insanların kiliselere akın etmesiydi. Kiliseler gece gündüz doldu taşlı, dualar edildi.   

Okyanusun öte tarafına; Sam Amca’ya dair neler söylemek istersiniz? 

Sam Amca’nın ülkesi bana göre güzel bir mozaik. Sistem tıkır tıkır işliyor. Avrupa gibi sosyal yardımlar yok ama iş bulma şansı yüksek. İnsanlar arasında karşılıklı anlayış ve saygı var. Tabii siyasi yönü ayrı konu. Orasıyla fazla ilgilenmiyorum.   

Gazetecilik, yazarlık, ticari hayat, büyük şirketler ve umutlardan sonra Han Yayınları nasıl ortaya çıktı? 

2003’te reklam ajansı kurmuştum ama umduğum işleri yapamıyordum. Reklamdan/reklam işlerinden daha çok yayınevlerinden editörlük teklifleri gelince ben de bu işe yöneldim. Editörlüğünü yaptığım kitaplarının basımını da üstleniyordum. Üyesi olduğum Türkiye Gezginler Kulübü’nün Başkanı Prof. Orhan Kural, “Sen işini güzel yapıyorsun, yayınevi kur, on kitabımı da sen bas, başka işler bulmana da yardımcı olurum” dedi. Üstadın bu teklifi aklıma yattı ve böylelikle 2009’da Han Yayınları’nı kurdum. Gerçekten güzel işler yapmaya başladık. AKUT Başkanı Ali Nasuh Mahruki, “Biz de yayınevi kurmak istiyoruz, bizim adımıza sen kur ve yönet” dedi. Onlara da bir yayınevi kurdum ve kitaplarını yayınladım.    

Han Yayınları ne durumda? 

Anahtar teslimi kitap hazırlayıp yayınlıyoruz. Editörlük ve yazarlık daha çok vakit ayırdığım alanlar. Kendi kitaplarımı genelde başka yayınevlerinden çıkarıyorum. Kendi çalıp kendi oynayan durumuna düşmemek için.   

Yayınevim devam ediyor ancak editörlük ve yazarlığım daha öne çıkmış durumda. Anahtar teslimi kitaplar basıyorum. Sloganım şu: “Bana altı kelime verin, hangi türde kitap isterseniz o kelimelerden sizin adınıza 200 sayfalık kitap yazayım. Kapağını, iç tasarımını da yapayım, ISBN ve hologramı alayım, basıp altı ay sonra size teslim edeyim.” Böyle 20 kadar kitap hazırlayıp bastım. Mesela, doğalgaz konusunda böyle bir kitabım var. Bugünkü fiyatlarla bunun standart kalitedeki maliyeti 100 bin lira civarında. Yazarlık, editörlük hepsi içinde, anahtar teslimi.    

Gökçe Üstad: Az kitap okuyan bir toplumuz.   

Mevcut ekonomik durum sürecinin yayıncılık sektörüne yansımalarını da konuşalım…  

Malum, az kitap okuyan bir toplumuz. Bu maliyetlerle kitap yayınlamak lüks oldu. Maliyetler yükselince kitabın okuyucuya ulaşması da hayli yüksek bedellere çıktı. Genelde kargoyla kitap teslimi yapıldığından maliyetler daha da arttı. Bana göre küçük yayınevlerinin birleşerek güçlenmesi şart. Yoksa batıp gitmek kaçınılmaz. Buna ben de dâhil. Allah’tan editörlük ve yazarlığım var, yoksa işsizdim şimdi.   

Yayınevlerinin temel sorunları nelerdir? 

Sermayeler küçük kaldı. İşi iyi bilen elamanlar sektörden kaçtı. En büyük sorun ise dağıtım ve tanıtım. Bunları aşmak için birleşmek şart. Bir de Kültür Bakanlığı’nın yayıncılara eşit mesafede durmasını, siyasi mülahazalarla tercih yapmamasını bekliyoruz.    

Kitap fuarları olmasa Türkiye’de yayıncılık daha çok gerilerdi. Fuarları da öğrenciler ile belediyeler ayakta tutuyor. Devletin bu konuda daha yapıcı ve aktif olmasını istiyoruz.   

Dile kolay, 55 yılda 59 kitap, 800 sayı dergi, 3000 gazete… Bu mecralarda yazmak istediklerinizin ne kadarını yazabildiniz? 

Son yıllarda her bildiğinizi, içinden geçeni konuşmak ve yazmak yürek ister oldu. Bir de sizi sınırlayan şahsi dertleriniz, psikolojik açmazlarınız ve yetenek-kapasite sorununuz var tabii. Şahsen yazmak istediklerimin yüzde 75’ini yazabildiğimi düşünüyorum, bu da az sayılmaz ve bunun için Allah’a şükürler ediyorum. Şükür amaçlı 400 sayfalık özel, farklı bir dua kitabı hazırlayıp bastım bunun için. 

 

 Âlâ. Bundan sonra için hedefleriniz… 

Üzerinde çalıştığım iki roman beni çok zorluyor. Defalarca başlayıp bıraktım. Onları tamamlamak isterim. Bir de İstanbul üzerine bir kitap düşüncem var. Kitaplarımın başka dillere çevrilip yayınlaması hedeflerim arasında. Nasip! 

  

  

Hüseyin Gökçe: Nehir söyleşi oldu! 

Yaşadım ve Yazdım serlevhalı hatıratınızın önsözünde yer verdiğiniz kral hikâyesine odaklanalım ve dahi ipe un sermenin sırrını fâş edelim! 

İbrahim Ethem dostum, sırlar fâş edilince değerini yitirir. Onları kitaplarıma bırakalım müsaadenizle. 

  

Eyvallah… Sizin ilave etmek istediğiniz hususlar… 

Daha ne ilave edeyim, 40+ soru-cevap! İlk defa bu kadar bol sorulu-cevaplı bir röportajla karşılaştım. Nehir söyleşi oldu mübarek. 

  

  

Son olarak okuyucularımıza neler söylemek istersiniz? 

İlginize ve ilgilerine teşekkürler ediyorum peşinen. Okuyucularınız kıymetinizi iyi bilsinler. Böyle çalışkan, üretken, 40+ soru sorabilen kalemler kalmadı artık. Neredeyse imojilerle röportaj devri başlayacak. 

  

  

İbrahim Ethem Gören/Yazı No: 514