İş hayatının rekabete açık ortamı, meşakkatleri içinde insan kimi zaman kaybolmuş, yorgun hisseder.  Bu kısır döngüde eğitimler can suyudur.

Yıllar önce kurumsal yöneticilik eğitimine katılmıştım. Yirmi gün gibi uzun bir süre iş ortamından uzaklaşmak ödül gibiydi. Üniversite okumak, belgeler, terfiler yönetici olmak için yetmiyordu. Bir gün boyu süren ciddi ölçek testlerinde başarı göstermemiz gerekiyordu. Son aşamada eğitim almaya uygundur onayı ile eğitime katılma hakkı kazanılıyordu. O gün beni zorlasa ve saçma gelse de bugün liyakata giden yolda işlevsel olduğunu görebiliyorum. Bazı eğitimleri bile ehli alabilmeli, kolay ulaşılabilir olmak hayatın her alanında sıkıntı.

Eğitim de oldukça yoğun ve zordu. Dersler uygulamalar ile zenginleştirilmişti. Eğlenceli oyunlar, gruplar arası ticari diyaloglar, rekabet, sahada karşılaşma ihtimali olan hadiselerin bir kısmını sınıfta prova ediyorduk. Dersin birinde hoca kartlar dağıttı, belirli bir süre verdi ve yanımızdaki arkadaşımıza iltifat etmemizi, bunu da kartlara yazıp masanın üzerine herkesin göreceği şekilde bırakmamızı istedi. Ne kolay demiştim, bunun için mi buradayız?  Başladım yazmaya, iki dakikada kart doldu hatta yetmedi.  Sınıfın büyük çoğunluğunun gergin, dökülmeye yüz tutmuş halde olduğunu görmüş ve gözlem yapmaya başlamıştım. İlginç tepkiler geliyordu. Yapmasam olmaz mı diyen bile vardı. Bana çok kolay, eğlenceli gelen bir etkinlik bazı insanlara azap gibi gelmişti. Zorla yazanlar da okurken bayağı sıkıntı yaşamışlardı. İyi bir yönetici olmak için tatlı dilli olmak, çalışanı motive edebilecek yetkinliğe sahip olmak sonucu çıkmıştı.

Yıllar önce ben bir yöneticilik eğitiminde bunu tecrübe etmiştim. Oysaki çocukluk yıllarımıza gidersek, insan olmanın şartı saygı, sevgi, nezâketten geçerdi. Masallar, öyküler, türküler, ninniler, tekerleme, deyimler ile büyüdük. Biz güzel söz söyleme sanatını bilen kadim bir geçmişin mirasçılarıyız.

Konuşmak iki yılda öğreniliyor, güzel söz söylemek ömür boyu kimilerine nasip olmuyor,  bazen susmak yetmişinde hatta mezara kadar da öğrenilmiyor. Oysaki bizim büyüklerimiz güzel konuştukları kadar, güzel susmayı da bilirlerdi. Susarak iletişim kurarlardı. Dil susunca gönül konuşur ya belki de o sebepten eski şarkıların, şiirlerin, yazıların ruhu başkadır.

‘’Konuşmak bir mana ise susmak bin bir mana.

Herkes konuşmasına konuşur lakin sükût yürekli olana.’’ derken Mehmet Akif Ersoy,

‘’Payımıza sükût düştüğünden beridir,

Kalbimizin sesini daha bir güzel duyar olduk. ‘’ diyor Necip Fazıl Kısakürek.

Sessizliği iyi okumak lazım her sükût, kendi yazgısının çığlıklarını taşır.

Hepimizin farklı şekillerde duygularına lisan olur Leyla İpekçi:

Sükûtun Dili

Her birimiz, kendi hayatımızın tevhid sanatçısı olabiliriz.

Hâl diline biraz daha aşina olabilmenin ilk adımları olarak, sustuğumuz dillerde neyi ifade ettiğimizi paylaşmalıyız. Çünkü sükût bir konuşma biçimi ve biz sustuğumuzda bizden/bizim dilimizle her an ‘konuşan’ var. Bugün sanki sözün ne adına kullanılması için insana dil verildiğini unutmuş haldeyiz.

Sözün bizlere şahitlik ettiğini ‘İşitmiyoruz.’ Kulaklarımızın kiri pası artık söz. Onun değerini vermek için hakkı aramak yerine kelimelere zulmediyoruz. Yıkmak, yıpratmak, sömürmek, üste çıkmak, acıtmak için kullanıyoruz sözü. Kalbin her nefesle zikretme imkânı azaldıkça, bir mermi boşluğu açıyor kalpte kötü sözler. Bizi sığlaştırıyor, eksiltiyor.

Haklı olmanın ve hakkı konuşmanın dili, öncelikle nefsinden boca etmek değil, sessizliğe dönmekten, tefekkürden, izleyebilmekten, sükûttan geçiyor. Sükût en büyük tevhid addediliyor.

Şeylerin hakikati sözden ibaretse, kelimelerin ilahi tınısını nasıl işiteceğiz peki? Bir ‘harf’ olan varlığın anlamının insanla ilişkisini hangi dilde konuşacağız? ‘’ (Güzelin 1001 Yüzü /Tevhid Sanatçısının İzinde)