Lacivert Dergi’nin geçen ayki sayısı Türk Solu’na ilişkin içerikle çıktı. Farklı yazar, akademisyen ve fikir adamlarının, “Türk Solu” dediğimiz oluşumun, geçmişi ve bugününe dair dikkate değer tespitlerini, görüşlerini okuma imkânı buldum.
Derginin kapağında ilginç bir resim vardı. Nasıl bir resim olduğunu söylemeyeceğim, dergiyi edinip bakabilirsiniz. Resmin hemen altında kırmızı harflerle “Türk Solu”, onun da altında “Aramızda bir hayalet dolaşıyor” ibaresi yer alıyordu.
Bu ironik cümlenin çok şey anlattığı kesin.
Türkiye’de sol düşünce elbette ölmedi, bir şekilde yaşıyor, yaşatılıyor. Ama bu yaşam biçiminin niteliği ve içeriği tartışılabilir halde, geçmişte de çok tartışıldı zaten.
Sol ve sağ denilen siyasal ayrışmayı iyi anlamak için, her ikisinin de geçmişteki kökenlerine, günümüz dünyasındaki örneklerine bakmak yetmiyor. Çünkü bu ayrımın kökleri, henüz bu tanımlamaların yapılmadığı zamanlara kadar gidiyor. Günümüzde evrildikleri konuma baktığımızda da kadim geçmişten gelen izlerin hala sürdüğünü görebilmek mümkün. Tabii sosyal/siyasal olguları değerlendirirken nerede durduğunuz, nereden baktığınız da önemli. Benim gibi hiçbir örgüt ve kuruluş ile göbek bağı olmayan, sade Türk vatandaşı için durup bakılacak tek yer var, o da Türkiye Cumhuriyeti’dir.
Türk Solu deyince, 1968’de İstanbul’daki Karaköy limanına demirleyen Amerikan Altıncı Filosuna mensup conileri denize döken devrimci gençlerin tavrı aklıma geliyor. Antiemperyalist, sömürüye karşı, ülkesini ve halkını önceleyen sol. Şüphesiz bu bakış açısına sahip insanlar şimdi neredeler, günümüzde kendilerini nerede konumlandırıyorlar, bu da önemli.
Konumlandırma, bir yere, bir gruba, bir örgüte mensup olmak gibi seçeneklerle çıkıyor karşımıza. Sol her zaman insanlara örgütlü olmanın gücünü ve önemini anlatmaya çalıştı. Öngördüğü sınıfsal mücadele için, çeşitli örgütler oluşturarak sömürüye karşı mücadele etmek gerektiğini vurguladı. Bu örgütlenme biçimlerinin hangi yasal veya yasadışı faaliyetleri kapsayacağı tartışılırken, yapısal anlamda nasıl oluşacağı üzerinde pek durulmadı. Oysa günümüzdeki siyasal, sosyal, hatta dinsel örgütlere baktığımızda asıl sorunun örgütlenme biçimlerinden kaynaklandığı netleşmeye başladı. Öğretideki işyeri tabanlı örgütlenme biçimi, partileşme ve ideolojik tabanlı genel örgütlenme biçimlerine dönüştükçe sorunlar başlıyor. Kitaplarda yazanların, sosyal hayatın gerçekliğine tekabül etmediği, ülke insanı tarafından benimsenmeden yürütülen faaliyetlerin giderek cılızlaştığı, hatta tabandan yoksunlaşıp havada kaldığı göz ardı edildi. Bu durumun politik algılara yansıması daha ilginçti, halkın bilinçli olmadığı düşüncesiyle başlayıp, feodal yaşam biçimi eleştirileriyle devam ettiğine, sonunda da halka tepeden bakan bir anlayışa evrildiğine şahit olduk.
Geçmişte ve günümüzde sol/sosyalist/komünist yönetimlere sahip devletlerdeki örneklere baktığımızda rejimlerin yapısını “yönetici sınıfın” mensubiyetlerinin, aidiyetlerinin ve kitledeki algısal tepkilerin belirlediğini görüyoruz. Hiç kuşkusuz, içe kapalı toplumlar algısal tepkiselliklerle yönetiliyorlar. Algıların oluşması sürecinin, üstten başlayarak en alttaki bireylere ulaşıncaya kadar manipule edilebilir olduğu da gözden kaçıyor. Çoğunlukla politik örgütlerde, eylemlere yönlendirilen en alttakilerin, yukarıdakileri sorgulamasına izin verilmiyor. Tereddütsüz kabullenme ve yüksek sadakat bekleniyor. Alttakilerin yukarıdakileri, hatta diğer üyeleri tanımadığı zincirleme örgüt yapısı, bazı eylemler (!) açısından güvenlik amaçlıymış gibi gözükse de, aslında örgütün hiç beklenmedik ve bilinmesi istenilmeyen bağlantılarını üyelerden gizleme amacını taşıyabiliyor. Komünist, devrimci bir örgütün yıllardan beri liderliğini yapan kişinin Amerikan ajanı çıkmasının böylesi yapılanmalarda hiç de şaşırılacak bir durum olmadığını artık biliyoruz.
Mensubiyetlere gelince.
Stalin ve Troçki’nin ters düşmelerine yol açan süreç iyi incelendiğinde, bu iki figürün politik tercihlerinde kişisel çıkarlarının değil, mensup oldukları kökenlerinin rol oynadığını görürsünüz. Bu durum aynı zamanda ideolojik bakış açılarına yansımış, görüş farklılıklarını oluşturmuştu. Günümüzde küreselcilerin Stalin’i kötüleyip Troçki’yi yüceltmelerinin arkasında da aynı saikler var. İçe kapalı bir rejim kurup, küreselcilerin çıkarlarına katı tavırlı olması Stalin’in diktatör olarak nitelenmesine yetmişti. İçeride neler yaptığı, hangi politikaları izlediği, bu algıyı yayanlar için hiç de önemli değildi, sadece gezegendeki insanların Stalin’i diktatör olarak algılamalarında birer arguman olarak olarak kullanıldı. İşin gerçeği ülke içerisinde, ideolojik örtü altında yaptığı pek çok yanlış uygulama ve Sovyet halklarına uyguladığı baskıcı politikalarla Stalin, diktatör sıfatını gerçekten hak ediyordu.
Troçki’nin Rusya’dan kaçarak Meksika’ya kadar gelişi ve Frida Kahlo’nun kendisini evinde misafir etmesinde bile küreselcilerin bu jesti karşılıksız bırakmadığını görüyoruz. Frida’yı kadınlara rol model olarak lanse etmeleri boşuna değildi. Troçki’nin sosyalizm yorumuyla ortaya attığı enternasyonalizm fikrinin, günümüzde küreselciler dediğimiz oluşumun, ulus-devletler üstü küresel yapılanmaları dünyada hakim kılmak amacıyla savunduğu enternasyonalizmden hiç farkı yoktu. Hem Rusya’da Lenin’in liderlik ettiği Bolşevik Devrimde, hem de Çin’de Maonun kurduğu sosyalist devletin temellerinde, küresel sermaye desteğinin göz ardı edilmemesi zamanı da geldi. Aşağıdakilerin bilmemesi gerekenleri uzun yıllar saklamayı başardılar. Hatta Mao ipler elden kaçınca, algılarıyla oynadığı üniversiteli gençleri eski devrimci arkadaşlarına karşı kullanmaktan çekinmemiş, katledilmelerine gözyummuş, uydurma bir kültür devrimi ile sistemi revize ederek ipleri yeniden ele almıştı.
Küresel sermaye, ülkelerde yerli sermaye gelişiminin olmaması ve ulus-devletlerin güçlenmemesi için ideolojik temelleri de belirlemişti. Her komünist öncelikle sermaye ile mücadele edecektir. Peki hangi sermaye? Ulus-devletin yerli sermayesi ve onları himaye eden sistemin koruyucusu saydıkları memurları hedefte öncelikle yer alıyor. Şimdilerde küreselci Biden Amerikasının mazlum halklara yaptıklarını görmezden gelip, Amerikan elçiliğinin önünde protesto yapmayı asla düşünmeyen “devrimciler”, devletin adliye sarayında Cumhuriyetimizin savcılarını hedef alır hale geldiler.
Egemen sınıflar kavramı, küreselcilerle içli dışlı beyazları değil, daha çok küresel sermayeyi rahatsız edecek yerli sermayeyi işaret ediyordu. Sol giderek dış dünyayı önemsemeyen, emperyalizmi ihmal edip kendi ülkesinde yeşermeye çalışan milli güçleri hedef almaya başladı. Şu anda küreselcilerin çevre, cinsiyet, gıda, üretim ve tüketim konusunda insanlığa kabul ettirmeye çalıştığı bütün dayatmaların sol çevreler tarafından desteklenir halde olduğunu görüyoruz. Küreselci politikalara ideolojik temeller oluşturarak, mensuplarının algısal tepkilerini körükleyerek, kendilerini özgürlükçü hissederken küreselcilerin her isteğine tıpış tıpış uymaları sağlanıyor.
Bu konuya küreselcilerin ulus-devletlere karşı ürettiği ve bireyleri kendilerine finans açısından bağlayacak yöntemlerden birisi olan ve sol çevrelerce desteklenen “evrensel temel gelir” kavramı ile devam edeceğiz. Şimdilik bu kadar.