Öğretmen, sınıf başkanından genellikle konuşanların adını tahtaya yazmasını ister. Bizim öğrenciliğimizde okuldaki cezalar çok ağırdı. Yaramazlık yapmasına yapardık da o cetvelleri kim icat ettiyse tüm sülalesinin kulaklarını çınlatmaktan da geri kalmazdık.
Geçenlerde sosyal medyada bir yazıya rastladım. Konuşanların değil de konuşmayanların adının tahtaya yazılmasını isteyen öğretmenden bahsediliyordu. Toplum olarak konuşan çocukları baskı altına almaya genel bir meylimiz var. Belki de bize ithal gelen bir davranış biçimiydi bu. Çünkü; hangi toplum bile bile bindiği dalı kesmek ister ki?
Konuşmayan, tartışmayan ve sorgulamayan çocukların büyüdüklerinde meydana getirdikleri toplumdan nasıl bir çağ atlama beklentisi olabilirdi ki? İşte bu sürekli susturma çabası ve baskıcı tutum bizi diğer Batılı ve hatta bazı Uzak Doğulu toplumlardan fazlasıyla geri bıraktı.
Oysa ki ne diyordu Mehmet Akif? “Yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım.`ama bu dörtlüğün ilk mısrası da “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım...” diye başlıyor. O zaman bu hür yaşam tarzına neden çocukken başlayamıyoruz acaba?
Gazetelerde teknolojik ya da tıbbi bir gelişmeye dair haber olduğunda hep Batılı bilim insanlarının keşfi olduğunu görürüz. Bizde de mucitler ve bilim insanlarımız türlü keşiflere imza atıyor ama kimisi alay konusu olurken kimisi de projesi için destek bulamıyor. Birçoğu da patentini almadığı ya da alamadığı icadını ona buna kaptırıyor.
Bir projeye başlamak, hayata geçirmek ve sonuçalmak bazen uzun bir süreçgerektirse de öyle projeler var ki kısa sürede ses getirme özelliğine sahip. Ama işte o tembelliğimiz yok mu bizim? Ah o tembelliğimiz! Önemli olan bir proje ortaya atmaktan ziyade onu topluma faydalı olabilecek biçimde nihayete erdirmektir. Yani projeden sonuçalmaktır.
Bilgi birikimimiz yeterli. Dosyamız hazır. Konuyla ilgili eğitim durumumuz da tartışma götürmez. Ama işte olması gereken en önemli etken yok. Sadece aşık olduğumuzda bize bulaştığını sandığımız ve hatta bazen çevremizdekilere projemizin yalnızca hayal mahsulü olduğuna kanaat getirten, adı 'tutku' olan hislerimizden bahsediyorum. Projesine tutkuyla bağlı olan kişi bunun sunumunu yaparken veya dost sohbetlerinde bahsederken, yeniden aşık olmuş, ikinci bahara yelken açmak üzere olan bir duygu insanının gözlerindeki ışıltıyı görürsünüz onda. Çünkü projesine daha ilk günden beri aşıktır o. Ünlü markaların CEO'larını aratmayacak bir edayla karşımızda durur hep. İşte onu dinlerken siz de projenin büyüsüne kapılıverirsiniz. Çünkü proje hazırlayıp da çekmecemizde tutarak bir yere varamayacağımızı artık çoğumuz deneyimleyerek öğrendik.
Olmuyor arkadaş, olmuyor işte. İlle de sunmak lazım. Hatta projeye sırılsıklam aşık olup sevdalanmak lazım. Tutkuyla bağlandığımız fikre zaten inanmışızdır. İnançolduğu vakit gerisi teferruattır. Artık o fikri geliştirmek ve belli aşamaya geldiğinde de genele yaymaktır sıradaki eylem. Sadece bilimsel projeler değildir tutkuyla bağlandıklarımız. Bazen bir müzik eserine imza atmak için kolları sıvarız bazen de bir medya dünyası oluşturmak için. Kimisi siyasette ilerlemek için bizzat kendisini proje olarak sunar kimisi de insanlığın faydasına olabilecek bir buluşa imza atar. Her ne sebeple olursa olsun; rüyalarımıza girmeyen ve gece gündüz kafamızı kurcalamayan projeler kısa bir süre sonra kendi tarihimizin çöplüğünde yerini alır.
Aslında başka bir elde ya da zihinde olsa belki de medeniyet tarihinde çığır açtıracak olan fikirler başta da yazdığım gibi tembelliklerimiz yüzünden ya da farklı mazeretlerimizden ötürü zamanımızı çalmaktan öte gidemez. Ne zaman ki her şeyden kendimizi soyutlayıp yalnızca o fikrimize odaklanırsak ve gözümüz artık hiçbir şeyi görmezse işte o zaman o iş tamam demektir. Bu her hususta böyledir. Projelerimiz, işimiz, yaşam tarzımız ve hatta ilişkilerimiz de bunu istiyor ve buna göre şekilleniyor. Neye tutkuyla bağlanırsak karşılığını muhakkak alırız. Bugün olmazsa belki yarın ama aşık olduğumuz her proje muhakkak bir gün hayat bulacaktır.