Takdim
Prof. Dr. Ü mit MERİÇ ile gerçekleştirmiş olduğum bu konuşmanın tarihi 1995 yılı. Bu nedenle başlığını o zamanlar 2000`e 5 Kala Köklerden İstikbale şeklinde koydum. Konuşmayı ise 6 Ekim 1993 tarihinde gerçekleştirmişiz.
Bu konuşma iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümü dünya ve Türkiye ile ilgili. Osmanlı`dan kapitalizme, Cevdet Paşa`dan kendisine, İslamiyet`ten Türkiye`nin önceliklerine, sosyalizmden sosyal zihniyetimize ve değerlerimize kadar birçok konu hakkında konuştuk hoca ile...
İkinci bölümü ise edebiyat bağlamında. Bir sosyoloğa edebiyatla ilgili genel sorular sordum. Kendisi de geçmişte Zeynep İdrisoğlu müstearıyla deneme ve edebi yazılara imza atmıştır. Gerek babasından gelen ve gerekse kişiliğinden kaynaklı olarak edebiyat kumaşına da sahiptir.
Sorular ve cevaplar daldan dala gibi gözüküyorsa da bir sosyoloğun dikkatini yönelttiği alanları ve ilgilerini ortaya koyması bakımından da önemli.
Hocaya babası Cemil Meriç`le ilgili tek bir soru sordum. Çünkü herkes ona Cemil Meriç`i soruyordu. Ben ise sosyolog kimliğine yönelik sorular sordum ve çok samimi cevaplar aldım.
Ü mit Meriçbenim sosyoloji bölümünden hocamdır. Yüksek lisans tezimi de birlikte çalıştık.
Hocanın söylediklerinin üzerinden 26 yıl geçmiş olsa da değerinden bir şey kaybetmemiş olduğu anlaşılıyor.
Konuşmamızın birinci kısmını ilgi ve dikkatinize takdim ediyorum.
Cafer VAYNİ:  Hocam, bizde fikir adamı pek yetişmiyor deniliyor. Gerçekten öyle mi?
Ü mit MERİÇ: Geçmiş asırlardaki durumla şimdiki durum belki bir parça birbirinden farklı. Benim, birinci sınıftan itibaren öğrencilerime söylediğim bir şey vardır: 'Fikrin gelişebilmesi için buhran çağının olması lazım.' Buhran çağı demek toplumun alışılmış kalıpların içinde artık kalamadığı, taşımak ve yeni bir mecraya akmak istediği dönem demektir.
Cafer VAYNİ: Bir keşmekeş dönemi mi?
Ü mit MERİÇ: Keşmekeş dönemi tabi. Şimdi Fransız İhtilali`ne bir bakalım: Fransız İhtilali sonrasında Fransa`nın en büyük sosyal bilimcileri, en büyük düşünürleri ve dâhileri yetişiyor. Çünkü Fransa bu kadar büyük bir sıkıntıya tarihinde ilk defa sahne olmaktadır. Peki Asr-ı Saadete fikir adamı var mı? Olmasına da ihtiyaçvar mı? Hayır; Yoktur.  Çünkü toplum için bir program uygulanmaktadır.
Osmanlı da kendi nehir macerasında aktığı, kendi yapısını zorlamadığı dönemlerde fikir adamına muhtaçdeğil. Ancak sıkıntılı dönemlerde fikir adamına ihtiyaçduyulmuştur. Mesela Koçi Bey`in yetiştiği dönem 4. Murat dönemi. Osmanlı`nın en sıkıntılı dönemlerinden birisidir. Büyük tarihçi Cevdet Paşa`nın yaşamış olduğu 19. asır ise şahlanan Batı kapitalizmi ve emperyalizmi karşısında Osmanlı`nın kendisini nasıl müdafaa edebileceğini bilmediği bir dönemdir.
Cafer VAYNİ:  Bir anlayış 'Osmanlı sisteminin' fikir adamına ihtiyacı yoktu. Dolayısıyla yetiştirmeye de gerek duyulmadı diyor. Siz ne dersiniz?
Ü mit MERİÇ: Fikir adamı yetiştirmeye ihtiyaçyoktu Osmanlı`nın. Osmanlı kendi değerler sistemi içinde kendi kendine yetebiliyordu. Babamın Sosyoloji Notları ve Konferanslar adlı kitabında geçen bir cümleyi alıp yazının üstünde başlık yaptım: 'Düşünce bir bedduadır' diyor babam. Neden?  Çünkü düşünmeye mecbur kalmak insanlar için ızdıraplı bir iştir.
Tabi düşünmeyelim de demiyorum. Zaten dünyanın bugünkü şartları altında böyle bir şey denilemez. Ancak düşünmek insanları nereye götürüyor? Ne kadar çözüm üretebiliyor? Bu soruları da sormak lazım. Her yıl sosyoloji bölümü birinci sınıflara söylediğimiz 'her sosyal sorunun çözümü bir başka sorunu doğuruyor' şeklinde bir cümlemiz daha var. Yani hiçbir çözüm nihai değildir.  Beşerî sistemler içinde hiçbir çözüm nihai çözüm getirmiyor. O sorun çözülüyor bir başka sorun geliyor.
Cafer VAYNİ: 'Cevdet paşanın Toplum ve Devlet Görüşü' isimli doktora çalışmanızdan öğrendiğimize göre Paşa`nın asrında söylenen birçok şey günümüzde hala tartışılıyor. Bugünümüz ve yarınımız için Cevdet Paşa`nın ne şekilde istifade edebiliriz?
Ü mit MERİÇ: Cevdet Paşa 19. Asır şartları içinde yetişen bir düşünce adamı. Paşa bir tarihçidir ama onu bir sosyolog gözüyle okuduğumuz zaman ortaya bir düşünce adamı çıkıyor. Cevdet Paşa`nın Osmanlı tarihine, haline ve geleceğine bakışı bize de bugün faydalar sağlayabilir. 1975 yılında hazırladım ben o tezi. Fakat bugün, 1990`lardan sonra Cevdet Paşa`nın geçmişle geleceğin düğümlendiği yerde 'nüfuz-u nazar'ı ortaya çıktı. 'Osmanlı`nın yaptığı en büyük hata Kuzey`de ve Batı`da yayılmasıdır' diyor ve ekliyor: 'Oysa, Osmanlı ordularının Güney ve Doğu istikameti olmalıydı'.
İstikamet olarak İslam Topraklarını ve Türkistan`ı gösteriyor. Ne kadar ilginçdeğil mi? Bugünün buhranı nedir? Paşanın belirtiği gibi elbette yerimizi bulamamaktadır. Bugün devlet kendisini Batı`ya yönlendirmek istiyor. Batı ise bizi kendisine dahil etmek istemiyor. Çünkü bilinçaltında biz hala Osmanlıyız. Biz, bizi Osmanlı kimliğiyle görmesek de o bizi Osmanlı kimliğimizle görüyor. Biz ne kadar kapılardan bacalardan girmek istesek de o bizi reddediyor. Bize yine tarihi kimliğimiz yani İslam ya da Türk dünyası kalıyor. Paşa, 'Osmanlı Doğu`ya girmeliydi' diyor. Doğu`da da ne var? Bugünkü adlarıyla bütün Türk cumhuriyetleri ve Doğu Türkistan var. Paşa bir anlamda Asya`nın ortasını ve batısını kucaklayan ve dolayısıyla hem Batı`yı hem de Asya`yı, Çin`i Hind`i, Japonya`yı ve Pasifiklere giden yolları kontrol eden ve her iki taraftan da Amerika kıtasına açılan konumda bir devlet olması gerekirdi Osmanlı`nın diyor.
Cafer VAYNİ: Ama böyle bir şey olmadı?
Ü mit MERİÇ: Paşa da olmadığını söylüyor. 'Bu olmadı, olamadı.'  Yani 'Böyle bir şey kurulmadı' diyor. Çünkü, 'İran vardı diyor' diyor.
Cafer VAYNİ: Ne kadar ilginç. Heredot`un tarihinde ve Firdevsi`nin Şehname` sinde karşımıza çıkan İran, yine karşımızda.
Ü mit MERİÇ: 'İran faktörü' Bakın çok enteresan. Bizde İran`ı seven delikanlılarımız var. Benim de İran medeniyetine saygım var. Ancak şunu da muhakkak belirtmemiz lazım ki Osmanlı`nın Türkistan`daki Türklere kavuşmasına mâni olan 1500`lerdeki İran ilişkileridir. İran bugün bizi bir anlamda nasıl ayırıyorsa, Orta Asya`daki Türklerden o zamanlarda da ayırıyordu. Çünkü İran, İslam denizinin ortasında ayrı bir bölgedir. Yani erimemiştir. 'Bütün inananlar kardeştir' meselesinde İran`ın özel bir yeri vardır. Bunu ayrıca incelemek ve tartışmak lazım. Şimdi geçmişi ağıt yakarak diriltmek mümkün değil. Ölü dirilmez. Osmanlı ölmüştür. Fatiha`sı da verilmiştir.
Cafer VAYNİ: Sizce Osmanlı neden ölmüştür?
Ü mit MERİÇ: Benim Osmanlı`nın çöküşünü izahın şu şekilde: Osmanlı doğal ölümüyle ölmedi. O öldürdü. Elbette ki bu formül her formül gibi hatalı olarak yorumlanabilir. Ben şunu demek istiyorum. Osmanlı eğer adada kurulmuş bir toplum olsaydı ya da dış baskıya maruz kalmadan kendi şartları içinde yaşasaydı daha uzun asırlar kendi yapısını zorlamadan yaşayabilirdi. Yani kendi değerler sistemi, kendi üretim ve tüketim sistemi içinde çok daha uzun ömürlü olabilirdi. Fakat emperyalizmin şaha kalkması, dünya konjonktüründeki büyük değişiklikler, bizim içinde bulunduğumuz jeopolitik alanın fevkalade hassas olması sonucunda, elinde tabanca olan bir adamın, elinde hiçbir şeyi olmayan bir insanı öldürmesi gibi öldürülmesiyle sonuçlandı Osmanlı. Yani Osmanlı ölmedi, öldürüldü bence. Tabi Avrupa`daki iktisadi gelişmeler sonucunda doğan milliyetçilik cereyanları vb. fikir ve düşünce akımları elbette ki bu cinayet olayında tabancanın içindeki kurşunların arasında sayılması gereken olaylardır.  Tarih böyle cereyan etti. Fakat dediğim gibi Osmanlı kendi içinde bir takım ufak tefek ıslahata muhtaçsorunlara sahip olsa da kendi şartları içinde yaşamaya devam edebilirdi. Fuat Paşa, 'siz dışarıdan biz içeriden öldürmeye çalışıyoruz ama bir türlü ölmüyor' diyor ama ben bu söze pek katılmıyorum. Çünkü içeriden çok fazla öldürüldüğü kanaatinde değilim Osmanlı`nın. Yani ömr-ü tabi ile ölmemiştir Osmanlı devleti. Bir trafik kazasında ölmüştür.
Cafer VAYNİ:  Kapitalizm ve emperyalizm eklenmeden önce Osmanlı hangi değerler sahibine sahipti?
Ü mit MERİÇ: Osmanlı`nın dayandığı değerler sistemi kapitalist Batı`nın rasyonalizasyon sürecinden geçen, bütün bu teknolojiyi kuran Homo faber`in (alet yapan insan) değerlerinden çok farklı değerlerdir. Düşünün ki lonca sisteminde komşusu eğer siftah etmemişse kendisine gelen müşteriyi komşusuna yolluyor. Kapitalizmde böyle bir şey düşünebilir misiniz? Bugün Beyazıt`tan Laleli`ye kadar inerken 25 kişi yakanızdan, paçanızdan tutup kendi dükkanına çekip atmak istiyor.
Birinin değeri, 'Komşusu açiken tok yatan bizden değildir' hadisi. Bir de bugünkü gerçekliğe bakın.
Bugün bir kesimimiz zenginleştikçe zenginleşiyor. Daire alıyor. Yazlık alıyor. Bir daire daha alıyor. Araba alıyor. Onu değiştiriyor. Alıyor, alıyor, alıyor ; Fakat bu insan yolda arabasının camını silen bir talih yoksununa çıkarıp bir ekmek parası vermiyor. Yani 7,5 milyara daire alan bir insan 7.500 lirayı (Türk lirasında altı sıfırın olduğu dönem) 'bu herif sahtekâr' diye vermeyip 'çalışsın, kazansın' diye pek de olmayan vicdanını rahatlatıp, unutmaya gayret ediyor. Sanki kendisinin kazandığı paranın içinde hiçsahtekarlık yok; Dikkati çekmek istediğim husus, elbette ki dilenciliğin övgüsü değildir, ama kapitalizm 'yüreklerin kulaklarını' ülkemizde de sağır etmişe benziyor. Oysa biz bir şefkat medeniyeti idik.
Bir de adalet var. Osmanlı adaleti. Adil olmayan bir devlet payidar olamaz. Burası muhakkak.