Dün, Cuma’nın bereketli saatleri. Özellikle Kartal’da adı; kuzine mi? Kuzey mi? Kuzen mi? Çok da önemli değil, kalabalığıyla bilinen bir kafeyi seçtim.

Maksadım sadece çay içmek, nargile kokuları arasında oturmak değildi ama biz de bir nargile istedik. Daha derin bir merak vardı içimde. Toplumun, özellikle gençliğin cuma tekbirine karşı tavrı ne olurdu? Bunu görmek istedim. Çünkü artık her şey bir gözlem, bir analiz meselesi haline geldi.

Saat 21.45 civarı. Samsung-Galatasaray maçı var ekranda. Kafe tıklım tıklım dolu. Her faul, her ofsayt, her korner bir bahis anlamına geliyor. Gençlerin çoğu telefonlarına gömülmüş, yüzlerinde ekran ışıkları. Nargileler fokur fokur, çaylar servis edilmiş, kahkahalar havada uçuşuyor. Kimisi oyunun başında, kimisi bahisle zevkine zevk katıyor. Gamsızlık bir yaşam biçimi olmuş sanki.

Saat 22.00'ye yaklaşıyor.

Yanımdakilere döndüm ve dedim:
“Bugün Filistin için "Cuma Tekbiri" ile birlik olma zamanı, tekbir getiriyor muyuz?”

Bir anlık sessizlik oldu. “Hadi!” dediler.
Ben “Tekbir!” diye yükselttim sesimi.
Yanımdaki iki arkadaşım karşılık verdi:
“Allahu Ekber!”

Ben bir daha:
“Tekbir!”
Onlar tekrar:
“Allahu Ekber!”

Sadece iki masalık bir ses yükselmişti 300 kişilik kalabalıkta. Geri kalanlar ya kulaklarını tıkadı ya da kafalarını çevirdi. Kimse dönüp bakmadı bile. Bazıları kulak tıkacı takmışçasına ilgisiz, bazıları da şaşkın ama tepkisiz.

O anda kafenin sahibi yaklaştı. Yüzünde bir ciddiyet:
“Burada böyle tekbir getiremezsiniz,” dedi.

“Neden?” dedim. “İnsanlar burada zevk içinde, kahkahalar atıyor, bahis oynuyor oyun oynuyor. Biz ise bir zikir, bir çağrı, Filistin için bir destek bir aidiyetin sesini yükselttik.”

Tepkisi netti:
“Olmaz. Burada bu şekilde olmaz.”

O an aklıma Celaleddin Harzemşah 'ın Bağdat halifesine yazdığı o mektup geldi. Dedim ki:

“Hatırlıyor musun? Halife, Selçuklu’ya ve dönemin Bağdat halifesine mektup yazmıştı. ‘Gelin yardım edin birlik olalım, düşman kapıda’ demişti. Selçuklu ve Bağdat halifesi bu çağrıya ilgisiz kaldı. Moğol Harzem’i yakıp yıktı, sonra yönününü Bağdat'a cevirdi. Hülagü, halifeyi atının kuyruğuna bağladı. Bağdat caddelerinde halifenin başını taşlara çarpa çarpa dolaştırdı ve şehit etti. Onun ardından Harzemşah yönünü Konya'ya Selçuklu'ya çevirdi, Konya’ya girdi, sarayı yaktı yıktı. Harzemşah mektubun son satırında şunu yazmıstı:

‘Bugün gelirseniz birlik oluruz Moğolu birlikte püskürtürüz, eğer gelmezseniz bu gün bize yarın size' demisti.

Geldiler mi? Gelmediler.
Dostlar şu an bizde Harzemşah'ın durumundayız. Birlik olursak sıra bize gelmez belayı birlikte püskürtürüz.

Eğer birlik olmazsak;
Bugün Filistin alınır, yarın sıra bize gelir.

Adam hâlâ aynı şeyi söylüyordu:
“Burada tekbir getiremezsiniz.”
“Ne yapacaksın?” dedim.
“Yanındakiler tanıdıklarımız olmasaydı, hesabını keser gönderirdim,” dedi.

Yanımda tanıdıklarım vardı, hesap istedik. Bir masayla birlikte kalktık. O sırada başka bir masadan biri arkamızdan seslendi:
“Abi keşke kalkmasaydınız...”

Dedim ki: “Bir daha bu mekâna adım atmayız.”

Diğer masa da benzer tepki verdi. Gözlerinde öfke değil, hayal kırıklığı vardı. Yalnız olmadığımızı fark ettik ama birlik olamadığımızı da...

Bu olay, benim için bir kırılma anıydı.
Bugün toplumun en sinir uçları 3T, 1B ile – Televizyon, Tablet, Telefon ve Bilgisayar – yeniden kodlanmış. Zihinler, bağımlı hale getirilmiş. O kadar ki, tekbir gibi evrensel bir çağrı bile “rahatsız edici” sayılabiliyor artık. Oysa eskiden, bir “tekbir!” dendiğinde semalar titrerdi. Şimdi ekranlar titriyor.
Artık mesele sadece tekbir değil. Bu bir sinyal. Sözde birliğimizin bile zedelenmiş olduğu bir yerde, sahada hangi birliği kuracağız?

Bugün orada o ses yükselmedi ama kalpte bir ses yankılandı:

“Bugün ses vermezsek, yarın kimse bizim için ses vermeyecek.”