Güneşin som ışıkları dalgaların üzerine düşerken, denizi kucaklarcasına ağlarını atan balıkçı tekneleri martılara kahvaltı zamanının geldiğini haber verir. Tüyleri parıl parıl parlayan, kanatları cilalanmış bir gümüş levha kadar muhteşem görünen martılar bir lokma için mücadeleye başlarlar.
Dünyanın her yerinde balık ile beslenen martılar, Türkiye’ye özgü simit ile de beslenirler. İstanbul’da çay, simit, vapur üçlemesinin olmazsa olmazı martıdır. İskeleden ayrılırken vapur düdüğünün sesi ile yarışan martı korosu, vapurdakilerin teveccühlerinin farkında olmalı ki tüm hünerlerini gösterirler. Arada parmaklarını kaptıranlar olur, martılara simit atmak bir seremoni haline gelmiştir.
Genellikle sıcak iklimleri seven göç eden türden olan etçil kuşlar, kendisini simit yemeye alıştıran Türk toplumunu sever. Soğuktan kaçsalar da İstanbulsuz yapamazlar. Sarayların, kasırların bahçelerinde güneşlenmeyi de pek severler. Gün batıp hava karardığında, her bir tüyünde ayrı ayrı insanların evlerine dönüş telaşını paylaşır. İstanbul’un beyaz süsü semada süzülürken, tüm dünya gibi şehirlerin sultanına âşıktır. Belki de bu yüzden İstanbul denilince ilk akla gelenlerdendir.
Kimisi, martıyı çok hırçın, çığlık çığlığa kulağı rahatsız eden bir kuş olarak görür. Kimisi de denizi hele de İstanbul’u martısız düşünemez. Pek çok kültürde, martılar özgürlük, çok yönlülük, kaygısız bir yaşamın sembolü olarak kabul görür. Manevi haberciler, farklı bakış açılarını görme yeteneği ile ilişkilendirenler de vardır.
Sabahın erken saatlerinde martı sesi ile uyanmak müthiş bir duygudur. “Hu” zikri ile uyanma vaktinin geldiğini haber veren martılar, İstanbul’da güne başlamanın da şükrünü, neşesini yaşatırlar. Ezan sesi ile birlikte martı sesi usulca kesilir.
İstanbul’un martısı Rıchard Bach’in öykü kahramanı da olmuştur. “İçimizde yaşayan gerçek Martı Jonathan’lara” ithafı ile Martı Jonathan Livingston kitabında cesur bir martının öyküsü üzerinden psikolojik, sosyolojik tahlillerde bulunmuştur:
“Çoğu martı sırf yiyecek bulmak, sahilden ayrılıp tekrar geri dönebilmek için uçar. Bunun dışında bir şey öğrenmek için uğraşmazlar, öğrenmek istedikleri bir şey yoktur. Onlar için uçmanın tek anlamı, karınlarını doyurabilmektir. Oysa Martı Jonathan Livingston için önemli olan yemek değil uçmaktı. Martı Jonathan, uçmayı büyük bir tutkuyla seviyordu.
Bu tür bir düşünce, onu diğer martılardan ayırıyordu. Deniz seviyesine çok yakın bir yükseklikte süzülebilmek için sürekli çalışan ve bu yüzden bütün bir günü yalnız geçiren Jonathan için ailesi bile çok kaygılanıyordu. “