Tarihe baktığımızda, haysiyetli, vakarlı, çıkarlara eğilmemiş, hakkı ve doğruyu savunmuş, ilim yoluna ömrümü vakfetmiş kişilerin omuzlarında yükselmiştir.
Gerçek ilim adamı bilir ki, ilmin, maddi refahları hedef tutan hırsında, hakim kuvvetler önünde iki büklüm olmak zilleti vardır.
Ü çüncü Sultan Murad (1546-1595- yaşı 49), şehzadesi, geleceğin Avcı Sultan Mehmed`i oğluna iki haraçdefteri verir. Bu defterler, padişahların en büyük lütfudur. Devlet hazinesinden bunlar karşılığında istenildiği kadar para çekebilir. Yani günümüzdeki açık çek veya çek defteridir. Ü çüncü Murad, oğlu Şehzade Mehmed`e bu defteri hocası Azmi Efendi`ye vermesini söyler, verirken de şöyle der:
-Bunları hocana ver; İhtiyacına sarf etsin;
Şehzade Mehmed, babasının iradesini yerine getirir, defterleri hocasının önüne koyar. Azmi Efendi sorar: -Nedir bunlar?
-Haraçdefteridir. Size padişah babam tarafından gönderildi.
Gerçek bir hoca olan, devrin ifadesiyle 'gerçek bir âlim olan) Azmi Efendi bu hediyeden çok üzülür, 'haraçdefterini' öğrencisi olduğu Şehzade Mehmed`e iade eder ve şöyle der: '-Elhamdülillah ne ahvalimiz var ise, lütfu hüdadır. Bu makule iltifatlara rızamız yoktur. Var bunları aldığın yere geri ver; '
Yükselme ve var olma şuurunu, haysiyetini, faziletli, feragatli bir ilim varlığının özüne bağlayan sesleniş içinde hatırlamamak mümkün mü?
İlim adamı, dünya nimetlerine itibar etmeyip, kendisini sadece ilmin, o her faninin idrakine sığmayan huzur ve yeterliğine adayıp, sadece ilmin hakikatlerini araştırmak, kendi sahasında yeni bir şeyler bulabilmek, icad edebilmek, ve icadlarını insanlığın emrine ve saadetine vermek, neticede de, bu mutlu yolu kendisine nasip eden yüce Allah`a şükretmek; Bu yolu tercih etmiş ve izleri ardından şeref ve fazilet çığırı açabilmiş olanlar, ilmin istiğnasını ne güzel anlatırlar:
Baş eğmeyiz edaniye dünya-yı dün için
Allah`adır tevekkülümüz, itimadımız
Biz müttekay-ı zerküş-ü caha dayanmayız
Hakkın kemali lütfunadır istinadımız.
Minnet Hudaya devlet-i dünya fena bulur,
Baki kalır sahife-i alemde adımız.
(Biz, birçok belirtisi köksüz duygularla örülü şu dünyanın basitlikleri için düşkün insanlara baş eğmeyiz. Bizim güvenimiz, dayancımız sadece Allah`tır. Biz, gelip geçici mutlulukların sarsan desteğine dayanmayız. Bizim dayanağımız, Hak`kın, varlığımıza çevrili koruyucu lütfundadır. Dünyanın devleri, ömürleri gibi, iz bırakmadan kayar, gider. Minnet Huda`ya ki, bizim adımızı hayat sahifelerinin silinmez varlığı olmaya layık gördü.)
Tarihçi Cemal Kutay ilim adamları konusunda şu şekilde değerlendirmede bulunuyor: 'Bu düşünce kapanan devirlerin asıl ışığı idi. Var olduğu müddetçe devlet, şan ve şeref sahibi idi. İlmin izzeti ve haysiyeti vardı. İtibar ve hürmet görüyordu. Unutmamak gerekir ki, ilim erbabının yukarıda mısralanmış dileklerinin temel kaynağı olan dini vecid, nakli, ve akli ilimlerin kaynağı olan ve o devirde irfan hayatımızın membaı olan Medreselerin havası içinde ifadelenmişti. Semaniye ve Süleymaniye Medreseleri, Şark`tan Garb`a ilmin her dalının feyizlerini iletirken daha ne College de France ne Sorbon ortada idi. Bu tarihi gerçeği hatırlatmaktan gayem şudur: bizim o zamanki medreselerimiz, bütün dalları ve kolları, büyün ilim şubeleri ile tam birer üniversite idiler. Bu bakımdan, yukarıdaki teşhisleri sadece teoloji alanının patenti saymamalı. Bu istiğna, ilmi yeter bulma ve ilim ile ilim adamının dünya nimetlerine karşı uzak kalabilmiş olma seviyesi, ilim sayabilecek bütün sahaları kucaklayan hareketti.'