TARİHİN ÖTEKİ YÜZÜ
Filistin topraklarındaki Siyonist işgalin ulaştığı vahşi sahneleri konuşuyoruz da, bu sahnelerin kaynağını teşkil eden 1918’deki İngiliz işgalini konuşmaktan nedense imtina ediyoruz. Biz etmesek kitaplarımız etmiyor. Mesela 1931 tarihli Lise 4. sınıflara okutulan Tarih IV adlı kitapta bu bozgun şöyle anlatılır:
“Ordusunun başına geçen Mustafa Kemal Paşa sağ ve solundaki orduların dağılmış olmasına rağmen, meharet ve dirayeti sayesinde kendi ordusunu inhilalden (çöküşten) kurtardı. At üstünde ve düşmanla temas halinde, en geri kalan askerlerinin yanında ve içinde olarak intizamla ordusunu Haleb’e çekti.”
Klasik sorumuzu soruyoruz:
Acaba öyle mi olmuştu gerçekten de?
19 Eylül 1918 günü Nablus’ta başlayan Filistin ricati veya hezimeti bir ay içerisinde Şam’a, 39 gün zarfında da Adana’ya kadar sürmüş ve 1. Dünya Savaşı’nı kaybetmemizin en bariz gerekçesini teşkil etmişti.
Arkasından gelsin Osmanlı’nın teslim belgesi olan Mondros Mütarekenamesi ki imza tarihi 30 Ekim 1918’dir. Demek ki tam 40 günde bir imparatorluk çökmüş, Filistin’de başlayan bozgunla 600 yıllık bir devlet bitmiş, arkasından Suriye, son olarak Irak’ın kaybı da beraberinde olmak üzere Osmanlı Devleti İtilaf kuvvetlerine barış yapmak şartıyla teslim olmuştu. İşte “İmparatorluğun tapu dağıtım töreni” dediğim Lozan’a böyle gelinmişti.
Bugün size ilk kez yayımlanacak bir hatıra defterinden parçalar eşliğinde Filistin ricatinin birkaç sahnesini takdim edeceğim. İsmi bende mahfuz olan ve kitap halinde yayımlamayı planladığım, komutanlığını Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı 7. Ordu’ya mensup bir topçu subayının olayları sıcağı sıcağına anlattığı hatırat birinci el kaynak değerindedir. Yerimiz müsaade ettiği kadarıyla bazı pasajlarını ilk kez siz İttifak okurlarıyla paylaşacağım.
19 Eylül 1918 tarihli günlüğünde şunları yazmış subayımız:
“Mensup olduğum 7. Ordu ricat emrini alarak kuvvetleriyle Samarina tepelerine doğru çekilmeye devam ediyordu. Bataryamız da aldığı ricat emrine uyarak akşamın beyazlıklarının ortadan çekilmesini bekliyordu. Güneş son olarak sönük ışıklarını yüzümüzde gezdirerek Nablus ufuklarından çekilirken Rahvat dağı eteklerinde mevziinde akşamın kaybolan beyazlıkları arasında koşulmuş olan toplarımız da eski mevziine, dolayısıyla Filistin’e son vedaını yaptıktan sonra yürüyüşe geçti.(…)
Zifiri karanlıklara gömülerek büyük bir sessizlik içinde yürüyüşüne devam eden birliğimiz dağların arasındaki derin hatt-ı içtimaları (toplanma hatlarını) geçerken nurlu ışığıyla zemini aydınlatan ay da mütebessim çehresiyle kendini doya doya seyrettiriyordu.”
Nablus boğazını geçerken bir Alman yük kamyonunun tekerlekleri dingil başlığına kadar çukura gömülmüş, bu yüzden çekilmekte olan kafile duraklamıştır ki, bunu fırsat bilen İngiliz uçakları tarafından bombardımana maruz kalır. Bu arada bir uçağı düşürmeyi başarır Mehmetçik. Devamı şöyledir:
“İngilizlerin yaptıkları bu uçak akınından sonra bizlerden de çok sayıda yaralanan olmuştu. Boğazda durum böyle devam ederken düşman süvarileri de Samarina tepelerini işgale başlamıştı. (…) Kurtarılmak imkânları kalmayan ve telafileri de mümkün bulunmayan kıymetli malzemelerimizi göz göre göre akşamın daracık anında çar naçar bir daha herhangi bir yerde kullanılmamak üzre tahrip ederek boğazdaki dereleri doldurmakla orduca intihar yoluna gidilmişti. Bu esnada bütün Filistin muharebelerinde yanımdan ayırmadığım kız gibi toplarımı da tahrip gayesiyle dereye yuvarlarken gözlerim çok yaşardı idi.”
Asıl hazin sahneler bundan sonra yaşanacaktır. Hemen altında şu notları okuyoruz:
“Şimdi bataryamızdan 10 erle 3 subay açıkta kalmıştık. Bir kısım kıtaat başıboş, komutansız kalmıştı. Bazı birliklerde bulunan Arap subaylarıyla erler de kıtalarını terk ederek memleketlerine dönmüşlerdi. Ortaya önüne geçilmesi bir takım güç olan zorluklar da baş gösterdiği için açlık ve sefalet de kendiliğinden gelmiş oluyordu.”
Kuvvetlerini “başarıyla geri çektiği” söylenen 7. Ordunun perişanlığı subayın hatıratında şöyle tasvir edilir:
“7. Ordu bidayette (başta) aldığı emirle İrbit istikametinde yürüyecekti. Fakat bu durumun hilafına (tersine) olarak başsız ve komutansız kalan ordu birlikleri kendiliklerinden kollara ayrılmıştı. Bunlardan İrbit istikametine yönelen kuvvetler Şeria vadisine doğru çekiliyordu. Toplarımızın tahribatından sonra açıkta kalan 3 subay ile 10 erimiz de 3. Kolordu karargâhına iltihak ederek burada üçümüz de emir subayı olarak görevlendirildik. Kolordu komutanı topçu albayı İsmet İnönü’ydü.”
Merakla okuduğunuzun farkındayım ama ne yapalım ki yerimiz bitti. Başka bir vesileyle veya en iyisi kitap olarak yayınlanınca merakınızı gidermeniz ve “Acaba?” sorusunu akıl cebinizden hiç eksik etmemeniz dileğiyle.