Anadolu'da bir söz vardır; "Elin köşkü sarayından bizim viranemiz yeğdir. Elin türlü taamından bizim tarhanamız yeğdir. " Birine kanaati anlatmaya çalışsanız herhalde bunu en iyi hülasa edecek kelama çatmış oluruz.
Peki bizim viranemizi elin köşkü sarayından "yeğ" yani eski Türkçede "yig" bugüne tekabül eden anlamı ile "daha iyi" , "daha üstün" kılan nedir? Ya da düşünsenize bir yerde açık büfe yiyecekler var ve siz diyorsunuz ki benim tarhanam ondan evladır.
Şimdilerde ne yazık ki yitirdiğimiz onca âlî duygumuzdan biri de kanaattir. Arapça kökenli 'kanaat' sözcüğü kendisine verilene razı olma ayriyeten kâni ( yetindi, doydu) fiilinin mastarından hareketle "doymak" demektir.
Düşündüğümüz zaman cismani olana karşı olan doygunluğun bir sınırı olmasından ötürü ki insan ne kadar aç olursa olsun ancak midesinin alabileceği kadar yer ancak bir evde oturabilir ancak sınırlı şekilde kıyafetler giyinebilir. Esasen insanoğlunun hayatına devam etmesini sağlayan zaruretleri hudutludur. Demek ki insanı kanaatsiz kılan fizyolojik bir doyumsuzluktan öte ruhtaki açtığın tezahürüdür. Mücerret olanı müşahhaslaştırma gayretimiz ruhumuzun sancılarını gidermek yerine ruhu adamakıllı yaralayan bir saika olacaktır. O yüzden öncelikli olarak tespit etmemiz gereken husus gidermemiz gereken açlığın bedenin mi yoksa ruhun mu aç olduğu meselesidir. Mamafih açlığı giderilen ruhun maddeten olan gereksinimlerinde ifrata kaçması söz konusu olmayacaktır. Kaldı ki açlığın kaynağını tespit ettikten sonra o açlığın giderilmesi adına gerekli gıdayı temin etmek insanın mutmain olması adına mühim bir durumdur.
Maksim Gorki'nin de kanaate yaklaşımı şu şekildedir, der ki: "insan ne kadar az şeyle idare ederse o kadar mutlu olur; istekler ihtiyaçlar çoğaldıkça özgürlük azalır" diye de ekler. Demek ki insanoğlunun mutsuzluğunun tatminsizliği ile alakası vardır. Çünkü insan gereksinimlerinin bir sonu yoktur. İhtiyaç her zaman ihtiyacı doğurur. Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre de; "insanların ihtiyaçları sınırsızdır ve insan bir ihtiyacı giderdikten sonra başka bir ihtiyaç ortaya çıkar. Bir ihtiyacı giderme süreci içinde ise tamamıyla memnun olma/hoşnut olma durumu olası değildir. Bu esnada giderilmemiş ihtiyaç kişi için büyük bir motivasyon kaynağıdır, bireyi güdüler ve birey henüz neyi elde etmemişse ona büyük ilgi gösterir. Fakat ihtiyaç giderildikten sonra bu ihtiyaca yönelik motivasyon davranışlar üzerindeki belirleyici etkisini kaybeder.
İnsanı aksiyona yönelten şeyin hasıl olan ihtiyacı giderme arzusu olmasının yanı sıra bunun bir kısır döngü şeklinde birbirini tekrarlıyor olması insanı mutsuz eden bir unsurdur. Çünkü her ihtiyaç bir mahkumiyet doğurur. Örnek verecek olursak en basitinden bugün oturduğunuz evden biraz daha iyi bir evde oturmak isteseniz bunu sağlamak için fazladan çalışmak mecburiyetinde kalacak yahut bir borcun esaretinde sıkıntılı günler yaşamış olacaksınız. Yani elde etmek için uğraştığınız o şey sizin kendinizden, vaktinizden belki sağlığınızdan vereceğiniz tavizlerle bir kısıtlamaya mecburiyeti doğuracaktır. sonuç olarak bu zorundalık durumu insanın hiç de zannettiği gibi özgür olmadığı arzuların kapanında kısıldığı anlamına gelmektedir.
Peki insan tatmini nerede aramalıdır?
Madem insanın beşeri tarafı doyumsuzluğun girdabında bir aksül amel göstermekle biçaredir. O zaman insanın doyurmak için çaba sarf etmesi gereken ciheti beşeriyeti aşan ruhani tarafı olmalıdır.
Bazen dinlediğimiz bir türküde, bazen seyrine doyamadığımız bir tabloda bazen sadece bir kedinin başına okşarken bile içerimizde parlayan ilahi nurla adeta varlığımız yerini bulmuş olur. Mutluluk denen şey de tam o anda yaşanılan huzurdan peyda olucaktır.
Her güzelliğin mesnedi Hakk olduğuna göre Allah güzel olup güzeli sevdiğine göre biz ruhu tatmin eden niyet-i salihi barındıran her duygunun her aksiyonun Allah'ı da memnun kılabileceğini söyleyebiliriz. Kaldı ki Allah'ın "Kalpler ancak Allah'ı anmakla mutmain olur." (Kur'an 13/28) Diye açık bir reçete ile insanın kalp huzurunun kanaat duygusuna erişmesinin yolunun Allah ile birliktelikte olduğu gösterilmiştir.
Filhakika insanın edna olan ile dünyalık olan ile bir itminana ulaşmaya çalışması yalnızca oyalansın ve ağlamasın diye eline oyuncak tutuşturulan bir bebeğin asıl ihtiyacını görmezden gelmek gibidir. Bir süre sonra oyuncak ile susturulan bebek kendi ihtiyacının da bu olmadığını anlayıp bir daha feryad edecektir. Bizim de ruhumuzun feryadına kulak kabartıp, onun hakiki zaruretinin karşılanması dahilinde gönül huzuru zuhur edecektir.
Manevi doygunluğa erişebilen insan tekinin maddiyata olan kanaati olgun bir zemine oturacak bu sayede kişi kendisine lazım olanı 'ne' ve 'ne kadar' olması gerektiğini bilincine erişebilecektir.
Başa dönecek olursak bizim viranemizi elin köşkü sarayından yeğ kılan bir diğer bais "bizim" olmasıdır. Çünkü özenilen saray bizim değil fakat kendi viranemiz bizimdir. Yani bizim elimizdedir onun mülkiyet hakkı bizdedir öyleyse zaten bize verilmiş olanın kıymetini bilmek ve hakkını teslim etmek daha akıllıca olacaktır.
İnsanın dünyada yaşayabileceği en güzel mertebelerden biri kendisine verilene rıza gösteren gönül hoşnutluğuna ihraz etmiş kamil bireyler derecesine ulaşmaktır.