İnsana kıymet katan hayattaki doğruları olduğu nispette doğrularının doğru olduğuna kanaat getirmesine sebebiyet veren doğruyu bulmak yahut doğruya ulaşmak için geçtiği merhalelerde yaptığı yanlışlardır.

İnsan doğası gereği doğruyu anladığı kadar yanlışa da matuftur. O yüzden insanın yalnızca tek bir cihetten ele alınması mümkün olmayan kompleks yapısını öncelikli olarak kabul etmeli ve bunun en büyük örnekliğini kendimiz üzerinden değerlendirerek bir takım yargılamalarda bulunabilme bilinci ile hareket etmeliyiz.

     İnsanın sosyolojik bir varlık olmasından dolayı az veya çok başka insanlarla arasında ister istemez  ünsiyet meydana gelir. Genelde insanın en yakınından daha çok olmak üzere arasında uzak yakın bağ olduğu insanlarla bazı tefrikalar, uyuşmazlıklar, kırgınlıklar ve tatsızlıklar yaşanabilir. Bu insan doğasının gerçeğidir. Her bir insan farklı meşrepte farklı mizaçta yaratılmıştır. Kaldı ki    yeri gelir kendimizle bile anlaşamadığımız zamanlar olur.

    Genelde sevdiğimiz kimselerin bizim nazarımızda hata yapma kredisi yüksektir. Fakat elbette bu kredi bir sınıra tabidir. Kendi iç benliğimizin hudutlarını zedeleyen herhangi bir hatalı davranış insanın muhatabına karşı kalın çizgilerle hatayı telafi gibi bir düşüncenin dahi üstünü çizer. Bu insanın AFFEDEMEYİŞİDİR.

    Son zamanlarda psikolojik bir argüman haline gelen "affetmek" nosyonu her insanda başka başka şekillerde tecelli eder. Affedebilmenin mümkünlük skalası yapılan yanlışın büyüklüğü ve yanlışı yapan kişiyle yakınlık derecesi bakımından değişiklik gösterir. İnsanın bazen daha yakın olduğu kişiyi affedebilmesi daha kolayken kimine göre de kişinin yakın olduğunun yaptığı hatta daha bir affedilmez olur. Bunun nedeni insanın daha yakın olduğu kişinin kendisini diğer insanlara nazaran daha iyi tanıyıp biliyor olmasını düşünmemizden ötürüdür.

Tıpkı Hallacı Mansur'un " beni düşmanın attığı taş değil, dostun attığı gül yaraladı" ifadesi gibi. Çünkü kırgınlıklarımız bir  anlamda beklentilerimize göre pozisyon alır.

   Bir başkasını affedemiyor oluşumuz muhatabımızın yaptığı yanlıştan ziyade kendi iç benliğimizle alakalı bir durumdur. Doğal Cüceloğlu (rahmet olsun) der ki: yaşamı doyasıya kucaklayan insanı bana nasıl anlatırsın diye sorduklarında

Bak derim bitmemiş işleri var mı? Affedemediği insanlar var mı?

Yani aslında bir yerde bir yarım kalmışlık veya yarım bırakmışlık söz konusudur. İnsan zihni sürekli tamamlanma eğilimindedir. Yarım bıraktığımız işler ki bunlar bir yerde tepki göstermemiz gereken bir husus varken sessiz kalmış olmak olarak düşünülebilir. Affedemediğimiz insanlar ve bundan ötürü zihnimizin sürekli potansiyel bir patlamaya hazır bomba mesabesinde olduğu düşüncelerle meşguliyeti insanın bütünlüğüne zeval vericidir.  Affedemeyen insanın aslında kendisiyle bir savaşı mevcuttur.

     İnsanın affedemiyor oluşunun altında yatan temel saika kibirdir.  Kişinin düşüncelerini zehirleyen bir benlik algısı vardır. "Bunu bana nasıl yapar" cümlesi bu duygunun şeksiz emaresidir. Kendimizi hangi ulaşılmaz mertebede görüyoruz ki  hesap görücü konumundaymış gibi davranabiliyoruz. Her insanın hayatının gidişatı gereği yanlışlara uğrayabileceğini hatta affedilmez yanlışlar yapabileceğini de es geçemeyiz.

     Şunu da bilmeliyiz ki bugün nasıl ki kendi hesabımıza konuşacak olursak affedilemeyecek hatalar yapmamış olabiliriz fakat yarın karşılaşılan herhangi bir durumda "ben öyle bir hata yapmam" kesinliğinde bulunuyor oluşumuz ancak kendi soyumuza yabancılığımızdan olsa gerektir. Çünkü  tüm yaşamımız müddetince ne ile karşılaşacağımızı bilmiyor oluşumuz nasıl bir tavır sergileyeceğimiz konusunda bizi yanıltabilecektir.

   Bu bahsi biraz daha tasavvuftaki şeriat-tarikat-hakikat makamlarına intibak ettiğimizde kıssada anlatıldığı üzere şeriat nedir? Tarikat nedir? Hakikat nedir? Diye birisine sorduklarında aynı anda abdest alan 3 kişinin ensesine vurulduğunda birincisi kalkıp aynı şekilde karşılık verir, ikincisi başına döndürüp tokadı atana bakar, üçüncüsü ise istifini bozmadan abdest almaya devam eder. Birincisi şeriattir. Şeriatte kısas esastır sana yapılana aynı ile karşılık vardır. İkincisi tarikattir.  Kelime manası olarak da yol demek olan tarikatte insana gelen sıkıntının kiminle (hangi yolla) geldiğine bakar. Üçüncüsü ise hakikattir. Hakikat makamında ise ne gelirse Allah'tan, kimden geldiği de nasıl geldiği de mühim değildir. Yani kıssadan hisseyle birini  affedebiliyor oluşumuz belli bir manevi olgunluğa erişmişliğin neticesidir. İnsan kendi egosunun kıskacından kurtulabildiği sürece gerçek bir özgürlük elde edebilir. Buradaki mevzu bahis olan özgürlük insanın "iç özgürlüğü" dür. Yani düşüncede bağımsızlık. İnsanın zihni faaliyetlerinde berraklığa erişmesidir.

     Toplum nezdinde bir diğer yanlış yargı da affetmenin bir tür güçsüzlük olduğu kanısıdır. Buradaki düşünce kişinin kendisini hiçbir hak isteme yetkinliğinde görmediği düşüncesidir. Bu algı tamamen gerçeği yansıtmasa da hakikaten bu durumda olan insanlar da vardır. Bu durum  insanı içten içe kemiren ve özgüvensizleştiren bir olgudur.

    Ezcümle ne ifrat ne de tefrit... olması gereken itidal noktasını bulmaktır. Hem kişisel bütünlüğümüzü koruyacak bir affedicilikte hem de kendimize olan saygıyı yitirmeyecek mukavemette bir duruş...