Çok eski değil, bundan en fazla 10 yıl önce, içinde kendimizin, ruhumuzun, emeğimizin, inancımızın bulunduğu bir ev vardı.
Ama ne evdi o?...
Henüz hiçbir yerinde kum ve çimentodan mürekkep beton bulunmayan, taş, kerpiçya da ahşaptan müteşekkil bir gönül sarayı idi.  Malzemesinin taş, tuğla, kerpiçya da ahşap olmasından ziyade içinde yüreğimiz, sevgimiz vardı. Her ânı tatlı bir hatıraydı bizim için.
Baştan başa bir vâkıa idi onun inşası. Köşe taşlarını, çekiçya da tarakla saatlerce düzelten, taşı bir heykeltıraş edasıyla şekillendiren ustayı uzun uzun izler, ona hayranlık duyardık. Verilen molalarda, saçları, kaşları, elleri kısacası bütün üstü başı bembeyaz toz olan ustamızla, közde demlenmiş çayı, büyük bir keyifle yudumlardık, çamur ve taş kokuları eşliğinde...
Evin dış duvarının santim santim yükselişini en tatlı hayallerle seyreder, istikbale matuf düşler kurardık. Genişliği yarım metreyi aşan duvarın örülme işi bittiğinde derin bir oh! çeker, tavanı (damı), imece usulüyle tören havasında kurarak, bir kuzu ziyafetine de olsa yardımlaşmanın insanlar arasında ne denli yaşadığını el aleme gösterirdik gün boyu kürek sallayanlarla...
Evin içduvarlarını, beyaz toprak ve sarı samanın karışımından elde edilen çamurla sıvar, ellerimizle yumruları düzeltirdik.
Evimizin her köşesine, yüz yıllardır süzüle süzüle gelen öz zevkimiz sinmişti. Odalara el dokuması kilimler, çullar ya da halılar serilir, perdeler de çiçekli kumaşlardan dikilir, iğneyle kuyu kazma işi dantellerle süslenirdi.
Oturma odasındaki dut ağacından mahalle marangozuna yaptırılan divanlar, yünden yapılan döşek ve yastıklarla donatılır, hiçbitmeyen keyifli sohbetlere hazır hale getirilirdi.
Yatak odasının bir köşesinde annemizin içine gençliğini, güzelliğini, başkalarıyla paylaşamadığı dert ve duygularını koyduğu, içinde ömründe bir defa giydiği gelinliğini, telli duvağını bir mücevher gibi sakladığı çeyiz sandığı olurdu. O sandık zaman zaman kutsal bir kitap hassasiyetiyle açılır, başında bir ibadet huşû su ile hayaller kurulur, hatıralar tazelenir, iki damla da yaş akıtılırdı geçmişe dair. Sonra da yine aynı özenle kapatılır, üzerine de taa gençkız iken işlenmiş nakışlı bir örtü, çiçek motifleri ön tarafa gelecek şekilde örtülürdü. Her nakışta ne hayaller ne duygular gizlenmişti kim bilir...
Kokusu ve hammaddesiyle bizden bir parça olan çamurla sıvanmış duvarlarımızı, modern ressamların tabloları değil de annelerimizin ya da ablalarımızın hünerli elleriyle ruh verdikleri, göz nuru, nakış tabloları süslerdi. Bir de duvarda, nadiren yakılan, camı elişi bir örgüyle   muhafaza edilen gaz lambaları bulunurdu.
Her yerinde saadet bulduğumuz hanenin içi gibi, dışı da bize aitti. Önünü kendi diktiğimiz erik, kaysı, yenidünya, incir, nar türü meyve ağaçlarıyla ve gül, sarmaşık gibi çiçeklerle süslerdik. Etrafa nefis kokular yayılırdı o küçük bahçeden. 
Meyveleri dalından koparır, gülü de dalında severdik. Zaten koku ihtiyacımızı da bahçe duvarı üzerine dallarını sarkıtan iğde ağacıyla kokusu sokaklara taşan kırmızı güller fazlasıyla karşılardı.
Hâsılıkelam, yaşadığımız hayat, kullandığımız mekân, teneffüs ettiğimiz hava, elimizi kuruladığımız havlu, ki eskiler ona peşkir derler, bize aitti. Açtığımız kapıda, üzerimize örttüğümüz yorganda, oturduğumuz sedirde, başımızı koyduğumuz yastıkta mâzimiz ve hâlimiz vardı.
'Mendilimde gül oya
Gülmedim doya doya' 
Türküsünü söyleyen gelinlerin ve gelinlik kızların elinde sahiden oyalı, nakışlı bir mendil olur ve ona sevdasını, hüznünü işlerdi renk renk, desen desen, ilmek ilmek...
Yine,
'Su gelir güldür güldür
Mendilim dolu güldür'  deyişi, henüz gerçek anlamını koruyor, Edebiyat kitaplarında cinaslı kafiye örneği olarak yer almıyordu.
Aradan yıllar geçti, çağ atladık, uzaya çıktık. Apartmanlarla, gökdelenlerle uzay kentleri kurduk. Birçok yeni eşyaya sahip olduk: Araba, bilgisayar, cep telefonu, televizyon... Aldık, aldık... Fakat bize ait, geçmişe ait ne varsa kaybettik, terk ettik. 
Şimdi bilmem, hangi apartmanın kaçıncı katında oturuyoruz... Kapılarımız anahtarlarını kaybettiğimizde çilingirsiz açamayacağımız sağlamlıkta çelik birer zırh sanki. Birkaçanahtarla açılabiliyor. 
Evin içi, dışından da garip. Koca evde bize ait tek bir nesne yok. Kalitesiyle övündüğümüz halı, fabrikasyon koltuklar, çekyat, vitrin, masa, konsol fabrikasyon. Hepsi, kullanılan, kullanılmayan ne varsa evde, insan eli değmeden üretilmiş, estetikten bî haber mamuller.
Annelerimizin bizim için yaptığı birkaçyorgan, dokuduğu seccade de olmasa vay halimize...
Evler, otomatik makinelerle dolu. Mutfağa robotlardan girilmiyor. Ocaktan fokur fokur kaynayan tarhana çorbasının sesi ve kokusu gelmiyor artık. 
Ne perdemizde nakış izleri ne de duvarda ablamızın el işi tabloları kaldı... 
Radyoda çalan müzik bile, hemen şu dağın ardından asırlardır gelen tanıdık ses değil... Çok uzaklardan ithal edilmişe benziyor.
Yataklarımız yaylı. Yorganlarımız, yastıklarımız seri üretim! Ne el emeğimiz ne de yüreğimiz var. O yüzden yorgan bizi ısıtmıyor, sımsıcak hayallere dalamıyoruz altında.  Geceleri mutlu aile rüyaları göremiyoruz. İki yüzlü, geniş yatağımızda bir sağa bir sola döndükçe, hep kâbus sabaha kadar yaşadıklarımız...
Bahçede bir tek ağaç, bir tek gül yok. Bahçe yok, bir karış toprak yok. Her yer alabildiğince beton. Uzaktan hissettiğimiz koku, iğde çiçeği kokusu ya da ıhlamur kokusu değil, burnumuzun direğini kıracak gibi olan koku, parfüm ya da karbondioksit kokusu.
Elimizi, yüzümüzü kuruladığımız, gözyaşımızı sildiğimiz işlemeli mendiller, yerini kâğıt mendillere bıraktı. Kullan, kurulan, sümkür at.
İşin acı tarafı çocuklarımız, suni ortamlarda, hormonlu besinlerle, hazır bezlerle güneş ışığından, tabiattan uzak büyüyor. Ayakları, elleri toprağa değmeden, baharı görmeden, kuş seslerini duymadan, doğayla oynamadan büyüyorlar, büyüyebildikleri kadar.
Bugün evimizde, çocuklarımıza gösterebileceğimiz, 'Bak evladım, şunu ben yaptım', diyebileceğimiz tek bir nesne yok. (Sizlerin varsa, o başka...)
Bütün bunların, olması ya da olmaması neyi değiştirir? 
Evimizin her yerinde biz olsak ne fark eder, olmasak ne fark eder? diyebilirsiniz elbette.
Bence çok şey fark eder: Evimizin manası, sıcaklığı, derinliği değişir. Evde ruhumuz, gönlümüz, sevgimiz olur. Evde aşkımız, heyecanlarımız, gençliğimiz, olgunluğumuz, ihtiyarlığımız olurdu. Çocuklarımızın çocukluğu, kızlarımızın, oğullarımızın büyük hayalleri olurdu. Torunlarımızın ilk kelimeleri, ilk adımları olurdu bir köşede.
Bugün geldiğimiz son duraktan geriye doğru baktığımızda hepinizin yüzünde mahzun bir ifadenin belirdiğini görür gibiyim. Kimilerinizin de derin derin âh çektiğini duyuyorum sanki...
Evlerinizdeki en pahalı halıların, İtalyan mobilyaların, teras kattaki jakuzinin hangisinde sizden bir parça var? Hangisinde bir hatıranız var?
  'Hiçbirinin oyalı bir mendil kadar değeri yok', dediğinizi de duyar gibiyim sanki, dostlar...
Evet, zenginleştikçe fakirleşiyor, yükseldikçe alçalıyor, çırpındıkça da batıyoruz. Lâkin haberimiz yok.
Eskiden kendimize ait bir 'ev' vardı. Şimdi apartman, gökdelen sahibi olduk ama ne hane-i saadet ne yuva ne ev bark kaldı ne de ev halkı...
Evle beraber komşu, komşuluk, ev kadını, evinin adamı da evlere şenlik olup gitti...
Oturduğumuz ev, 'bizim ev' oturduğunuz ev de 'sizin ev' değil artık.