TARİHİN ÖTEKİ YÜZÜ
Hayat ne büyük bir muamma ve onun büyüklüğü karşısında ne kadar aciziz.
Bizzat yaşadıklarımızı bile hayretle anlatmaz mıyız başkalarına?
Onları biz yaşamışızdır, faili bizizdir ama besbelli bazı düğümleri çözemeyiz bir türlü.
Bazıları “Hayatın düğümlerini ölüm çözer” derlerse de ölümle birlikte düğümler kalır büsbütün. Bütün edebiyat tarihi bir nevi bu düğümleri çözmeye çalışmaz mı?
İşte 16 yaşımdan beri masamdan eksilmeyen, bazılarını birkaç defa okuduğum kitaplarıyla Ahmet Hamdi Tanpınar’ın büyüsü benim için 20 yıl kadar önce bozuldu. Türk edebiyatının en naif şair ve yazarlarından biri olarak beyin kıvrımlarıma kadar sirayet etmiş bulunan Tanpınar’ın Beş Şehir adlı kitabını –okuyacağınız satırlara rağmen- herkese tavsiye ediyorum Türkçesi ve şehirlere tarihî derinlikten bakmanın sırrını fısıldaması bakımından.
Velhasıl Tanpınar 20. asır edebiyat ve düşünce tarihimizin köşe taşlarından biridir benim için.
Ta ki, kanlı 27 Mayıs darbesinin hemen ardından kaleme sarılıp da şu kinli satırları yazan kalemin şokunu yaşayıncaya kadar:
“Kaçmak üzere iken ve suçüstü… Ağzı köpüklü Adnan Menderes, kin çıkını ve Anayasa hırsızı Celâl Bayar, hepsi öldürmeye, yakıp yıkmaya ve servet ve sâmânlarıyla kaçmaya her an hazır yaşıyorlarmış.”
Bu nasıl üslupsuz, mahalle kahvesi ağzına yakışan bir ifadeydi böyle?
Ama durun, daha beterini yazıyordu kadife sesli şair. Demokrat Parti liderlerinin yalnız idam edilmekle kalmayıp işkenceden geçirilmelerini istemekteydi. İşte o sözün bittiği o nokta:
“Hepsinin hak ettikleri cezaları göreceklerine eminim. Fakat bu cezaların beni ve hiç kimseyi tatmin etmeyeceğine de eminim. İdam cezası mı? Hepimiz öleceğiz! Fakat milyonlarca insanı ezen (…) bu insanlar için bu cezanın manası nedir ki? Böyle bir cürüm için din kitaplarının cehennemi, çeşitli azapları lâzımdır.”
Bu nefret kusan satırların Tanpınar gibi bir kaleme ait olmasının şokunu yaşarken günlüklerindeki şu nota saplanıyor dikkatim ve hakikaten acı çekiyorum aktarırken:
“Bu adamlara (darbecilere) minnettarım. Demokrat Parti ejderhasından bizi kurtardılar. Vatan temizlendi.”
Hayat budur ve sonsuz şaşırtmacalarla doludur deyip geçmek mümkün. Fakat Adanalı gazeteci Selahattin Canka’nın Bitpazarı adlı hatıralarında geçen bir ayrıntı bu kin ve öfkenin arkasına bir tutam ışık düşürecek cinstendir:
Yıl 1957’dir. Genel seçimlere doğru giden Türkiye’nin Başvekili Adnan Menderes’le görüşmek üzere odasına giren Selahattin Canka ile DP Adana il başkanı Ömer Başeğmez’in dikkatini bir tanıdık sima çeker çıkışta. Bundan sonrasını Bitpazarı’ndan aktaralım:
“Salonlar, özel kalem bürosu ağzına kadar adaylık talebinde bulunanlarla doluydu. Bu ziyaretçilerden bir tanesi dikkatimi çekmişti. Daha önceleri de birkaç defa onu özel kalemde görmüştüm. Rahmetli (Özel Kalem Müdürü) Muzaffer Ersu’nun “başımın belası” dediği tipten bir adamdı. Türk edebiyatının önemli isimlerinden biriydi: Ahmet Hamdi Tanpınar… Tek Parti döneminde Maraş Milletvekili seçilmişti. Bu defa şansını DP’de denemek istiyordu. Israrlıydı. Muzaffer Ersu’yu bıktırmıştı adeta. Başbakan Menderes bir türlü randevu vermiyor, onunla görüşmek istemiyordu. Dahası özel kalem tarafından günlük ziyaretçi listesinde ismi üzerine karakalemle çizgi çekiliyordu. Bir daha da mebus olamadı.”
Sonuç ne oldu peki? Şu cümle:
“Sakıt idare (DP), korkunun ve suçun birbirine kenetlediği bir intifa (çıkar) çetesiydi. Çete kanunlarıyla yaşadılar ve hüküm sürdüler.”
İyi de azizim Tanpınar, onlar bir çıkar çetesi idiyse ve çete kanunlarıyla milleti soydularsa sen neden o partiden aday olmak için sonradan “ağzı köpüklü” diye köpürdüğün Başvekil Menderes’in kapısını tam da o çeteye dahil olabilmek için günlerce aşındırdın? diye sormazlar mı insana?
Peki ya Menderes kabul etseydi adaylığını ve seçilseydin kendini Yassıada’da onunla aynı zindanda bulacak ve yargılanacak, belki de Yassıada’ya düşmüş dostun Faruk Nafiz Çamlıbel ile birlikte şöyle şiirler yazacaktın:
Gün doğar, sohbetimiz yalnız ölümdür adada,
Gün batar, uykuda rüyâmız ölümdür yalnız.
Derseniz: Böyle cehennem mi olur dünyada?
Çok değil, bir gecelik bizde misafir kalınız!
Faruk Nafiz “çeteci” oldu, Tanpınar sütten çıkmış kaşık kadar ak!
Ah hayat, ne kadar zalimsin?