Soğuk Savaş’ın büyük bir hız kazandığı yıllarda, Sağ ve Sol çatışmaları, bulaşıcı bir hastalık gibi, bütün dünyaya yayılmıştır. Amerika ile Rusya arasındaki ekonomik, siyasal ve kültürel yarışın, doruk noktasına çıktığı bir dönemde, Anadolu’nun bin yıllık tarihiyle yoğrulmuş bir kuşak, Türkiye’nin geleceğini Batı’nın seküler kültüründen daha çok Doğu’nun kutsal kültüründe aramıştır.

 Onlar bütün insanlığın düşünce ve eylem birikiminin, kutsal kitaplara dayandığını bilincindedirler. Türkiye’yi dönüştüren kuşağın öncüleri, kutsal kitapların küresel değerlerine sarılarak, bütün dünyaya, “Bahçe biziz, gül bizdedir” diyen şairler olmuştur. Kutsal kitaplardan kaynaklanan kültürde, gül güzelliğin, zenginliğin, iyiliğin, merhametin ve sevginin küresel simgesidir. Şairler güzelliğin simgesi, gül ile güzeli ararlar. Hayatını güzelliği aramaya adamış düşünürlerin başında, “Gül Muştusu” ve “Monna Rosa”nın şairi, Sezai Karakoç gelir.

Karakoç insanın sürgün edildiği dünyada, yitirilen güzelliğin şiirini yakalamıştır. Geyve’den geçerken şiir severlerin aklına, Karakoç’un “Monna Rosa” şiirinin ilk yayınlanışındaki, “Mona Rosa siyah güller, ak güller / Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak / Kanadı kırık kuş merhamet ister” dizeleri düşer. Karakoç bütün şiirlerini topladığı, “Gün Doğmadan” kitabında Geyve’yi gül kenti Gülce’ye dönüştürmüştür. Göynük, Taraklı, Geyve, Ali Fuat Paşa, Doğançay ve Pamukova, Orta Anadolu’yu Marmara ve Karadeniz’e bağlayan, Sakarya vadisinde değişik meyvaları ve gülleriyle ünlü yerleşim alanlarıdır.

Yedi bölgesiyle Anadolu, tarih boyunca Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu gibi, Avrupa’nın seküler kültürüyle, Asya’nın kutsal kültürünün hesaplaştığı, coğrafyaların odak noktasını oluşturmuştur. Anadolu bütün güzelliklerin, kendisinde dile geldiği, bin bir çeşit gülün, bin bir çeşit meyvanın anavatanıdır. Gül yetiştirmesini bilen Anadolu, şair yetiştirmesini de bilmiştir. Gül güzelliğini toprağında, şair derinliğini dilinde göstermiştir. Şiirde sözden önce öz gelir. Her zaman söz, ele aldığı öze göre şiir olmuştur. Anadolu’da gül, güzelliği arayan şairlerin dünyasında, vazgeçilmez bir yer tutmuştur.

Ümmi Sinan’ın çok sevilen şiirin de olduğu gibi, Anadolu’nun her yerleşim yerinin asmasında gül dalları, kovanında gül balları ve ağacında gül halleri vardır. Anadolu’da gül olanın aslı güldür. Kutsal kültürün dilleri güldür, özleri güldür, sözleri güldür. Gül güzelliğin aynasıdır. Gülün güzelliği, gül yetiştirenlerin yüzüne yansımıştır. Anadolu insanının düşünce ve eylem dünyası, gül gönüllülerin, gül yüzlülerin dünyasıdır.

Dünyaya gülün penceresinden bakan, gül öğütülen, gülden değirmeni olan şairler, Yirminci yüzyılın ilk yarısında, yakılan ve yıkılan Anadolu’nun, düşünce ve eylem dünyasına yeni açılımlar kazandırmışlardır. Onlar şiiri gerçek için bilmişler, gerçeğin güzel, güzelin gerçek olduğuna inanmışlardır. Onlara göre şiir, iki dünyada birden gerçeğinin aranmasıdır.

Şiir Karakoç’un önemle vurguladığı gibi: “Ruh pencerelerini Allah’a açtıkça şiirdir.” Şiir tarih içinde gerçeğin, geçmişten geleceğe akan, gizemli ırmağı olmuştur. Kültürel, siyasal ve ekonomik hayatın, savaşlarla altüst olduğu bir dünyada, kan medeniyetini gül medeniyetine dönüştürecek olanlar, kutsal kültürün sınırsız kaynaklarından, beslenen şairler olacaktır. Dünyanın her yanında şairler, toplumların ufuk ötesini gören gözleri, savaş cephelerini barış bahçelerine çeviren elleri ve çatışmaları uzlaşmalara dönüştüren dilleridir. Şairleri olmayan toplumlar, hayatın hiçbir alanında, kalıcı eserler veremedikleri gibi, varlıklarını da koruyamazlar.