İnsan topraktan gelmiştir, toprakta şifa bulur, toprakta huzur saklıdır. Ne kadar kaçarsa kaçsın, ölümden kaçış olmadığı gibi yaşarken de toprağa dönmektedir.
İnsan rızkına vesilenin toprak olduğunu çözemeden, altın, döviz bozdururcasına ata dede toprağından vazgeçer. Kendi toprağına sahip çıkmaz bir süre sonra büyük şehrin hengâmesinden kaçıp, kira ile hobi bahçesi edinir. Kendi köyünün yolunu bilmezken, yaş aldıkça nefes alacak köy arayışına girer. Büyük alanlar içerisinde, doğaya hâkim, köy kahvaltısı mekânlarını tercih eder. Kimisi de bir karış toprağı korumak, ekip biçmek için ömrünü verir, saçının her bir telindeki beyazlar onun mücadelesinin şanlı destanıdır.
‘’Orda bir köy var uzakta’’ diyebileceğim bir köyüm yok. Sohbet ortamında laf lafı açtı ve en son ne zaman köy gördün sorusu çıktı karşıma. En son ne zaman köy görmüştüm; ilkokul yıllarıma uzanır dedim ve köy serüvenimiz başladı. Dost rehberliğinde, az gittik uz gittik Şile’nin köylerini keşfettik. Köy kahvelerinde içilen lezzetli çaylar, ıhlamur ağaçlarının gölgesi, mübadillerle yapılan tarihi sohbetler.
Rotamız İstanbul’un batısıydı. Katırtırnakları tepecikleri örterken, patikalar bu hoş rayiha eşliğinde akıp gitmekteydi. Ayçiçeği ile güneşin aşkına şahitlik etmek, yol kenarlarını süsleyen oya gibi süslü karaçalının yapraklarına hayran kalıp, bu adı niye takmışlar sorusunu sorarak ilerlemek beyin jimnastiğiydi. Dallardan dökülen erikler, çalıların arasında bize göz kırpan kıpkırmızı böğürtlenlerden tatmak. Horozibiklerinin arasında fotoğraf çekilip, doğanın içinde var olmak. Yeşil daracık patikaların sonunda, durgun bir göl, bazen mavi dalgalarla kucaklaşmak heyecan vericidir.
Yol kenarında aheste süzülen kaz sürüleri göz doldururken, ilk defa manda görenler için, fotojenik mandalar poz verir âdeta.
Köylülerle içilen ayranların lezzeti yanındaki muhabbetten gelir. Hacıllı köyünde bir eve misafir olduk. Şirin, tek katlı evin önünde kar gibi beyaz plastik sandalyelerde oturduk. Sohbetimiz süresince araba geçmedi demek abartı değil. Köyde 150 kadar hane kalmış. Bir taraftan sükut, huzur varken bir taraftan terk edilmişlik ile karışık sessiz bir hüzün. Destansı sevda hikâyelerini dinlerken değerler eğitimden geçiyoruz âdeta. ''Erik yapın bahçeden'' demeyi de unutmuyor, gönlü zengin, veren el olmanın üstünlüğünü sindirmiş amcamız.
Mahalle arasında ilerlerken bahçe içinde bir kahvaltı mekânı dikkatimizi çekiyor. Taze çay, gözleme var mıdır diye bakıyoruz. Şu an açık değiliz deseler de buyur etmekten geri durmuyorlar. Oturmuşlar bir masa etrafında hasat edilen sarımsakları desteliyorlar. Ocakta tarhana çorbası kaynıyor, bize de ikram etmek istiyorlar. Sohbet doyumsuz. Bir taraftan üretip, bir taraftan muhabbet ediyorlar. Arada da mis gibi köy ekmeğinin arasına taze hasat bir baş sarımsağı sarıp çıtır çıtır yiyorlar. Ben olsam tansiyonum yerlerdeydi diyor ve vedalaşıyoruz.
Köy köy, mahalle mahalle gezdikten sonra, Hacıllı Şelalesi'nde verdiğimiz mola, ağaçların gölgesi, çiçeklerin kokusu, suyun sesi devam eden gezi şenliğinin sayılı keyiflerindendir. Orda bir köy var uzakta, gidip, görüp, çok sevdiğim, bizim köyümüz.