Bazen bir film izlersiniz, hayatınız boyunca unutamazsınız. Bir olay yaşadığınızda aklınıza bazı sahneleri gelir.

Keşke diğer insanlar da izleseydi dersiniz. İşte benim için öylesi filmlerden birisiydi “Orkestra Provası”.

Hangi sene izlemiştim hatırlamıyorum. Üniversite yıllarımdaydı, İzmir’deydim. Ülkeyi 12 Eylül cuntası yönetiyordu. Darbeden bir gün önce ders yapılamayan fakültede, şimdi herkes huzura ermiş gibiydi. Her gün bir vesileyle dersleri boykot eden, okul önünde kavga çıkaran siyasi fraksiyon mensubu militan tipler, ağızlarına giren pis bıyıklarını kesip uslu çocuk olmuşlar, ders notları paylaşıyorlardı. Hoca, anfinin kapısından girerken “boykot var hocaaa” diye bağırıp geri gönderenler, şimdi hocaların çevresinde dersle, sınavlarla ilgili soru sormak için bekleşiyorlardı. Her gün okulun ana giriş kapısının önünde faşist devlet dedikleri Türkiye Cumhuriyeti aleyhine türlü iftiralar içeren ve başka bir devletin propaganda bildirilerini dağıtan “eleman” ile cuma namazı çıkışında Alsancak Camisinin avlusunda karşılaşmıştık. Beni görünce başını yere eğip, önümden geçip gitmişti.

Hiç unutmuyorum, 12 Eylül’den bir yıl önceydi. Öğlen saati, fakültede yemek kuyruğundaydık. Yemekhane girişine hemen hemen otuz metrelik bir mesafede, yüz kişiye yakın öğrencinin dörtlü sıra halinde bekleştiği bir kalabalığın içindeydim. Birden arka sıralardan cılız bir ses duyuldu. O günlerde durup dururken, kalabalıkların bulunduğu yerlerde slogan atılması olağandı. “Polis, okuldan defol” Birden ben hariç çevremdeki herkes o sese katılıp slogan atmaya başladı. Hep bir ağızdan yüksek sesle tekrarlıyorlardı. “Polis okuldan defol” O an düşündüm, okula giriş çıkışlarda polis kontrolü olmasa kimbilir neler yaşanırdı. Her gün yumruk yumruğa kavga edenler, belki de okula soktukları ateşli silahlarla birbirlerine saldırır hale gelirlerdi. Yanlış anlamayın, sağ-sol çatışmasından bahsetmiyorum, İzmir’de sol fraksiyonların birbiriyle çatıştıkları bir ortam vardı. Sağın adı bile geçmiyor, ayyıldızlı bayrağı selamlayanlara “faşist” deniliyordu. Okuldaki kavga, diğerlerinin sosyal faşist dedikleri grupla, halkın sülalesi adını verdiğimiz bir grup fraksiyonun mensuplarının çatışmasıydı. Birisi revizyonist olmakla suçlanıyor, diğerleri de oportunist olmakla ötekileri suçluyorlardı. Yaklaşık on kez tekrarlanan “Polis Okuldan Defol” sloganından sonra, üç sıra kadar önümde, kalabalığın içinde bir hareketlenme oldu. Birisi yemek kuyruğundan çıkıp, slogan atan kalabalıktan ayrıldı, yandaki seyrek ağaçlı, çim zeminli bahçenin tam ortasında durdu. Yüzü kalabalığa dönüktü. Üzerinde kapşonlu, dizlerine kadar uzun yeşil bir parka vardı. Uzaktan bakıldığında tipik bir sol fraksiyon mensubu görünümü. Parkanın fermuarını yavaşça açtı ve ne oluyor diye merakla izleyenlere bakarak, parkasının içinden kocaman bir makineli tüfek çıkardı. Sonra tüfeği yukarı kaldırıp yüzü hizasında tutarken, kızgın bir ses tonuyla kalabalığa seslendi. “Var mı ulan göbeğinden işemek isteyen?” Bir anda yemek kuyruğunda simsiyah bir sessizlik hakim oluverdi. Bir kaç saniye önceye kadar bağırıp slogan atanlar, taş kesilmişlerdi. Herkes başını eğmiş, yere bakıyordu. Kimbilir o an zihinlerinden neler geçiyordu? Bilemiyordum. O sessizlik anında neler düşünmedim ki? Aslında şaşırmış, biraz da gururlanmıştım. Ülkem sahipsiz değildi. Bu sloganlar karşısında yıllardır bizimle birlikte okula gidip gelen, kantinde çay içen, yemekhanede yemek yiyen, öğrenci zannettiğimiz kişi meğer yiğit bir polis memuruymuş. O kadar büyük bir tüfeğin, o parkanın altına nasıl olup da saklandığını düşündüğümü de hatırlıyorum. Sonra yanına üniformalı arkadaşları da geldi ve birlikte yemekhane bölgesinden uzaklaştılar. Kendisini bir daha da gören olmadı.

Böylesi bir ortamda derslere girip, geçer not almaya bakıyordum. Okulda kafasına esen herhangi bir siyasi fraksiyon, boykot ilan ediyor, öğrencilerin derse girmesi sık sık engelleniyordu. Bazen dersin başlamasına beş dakika kala militan tipler anfilerin kapılarından bağırarak içeri giriyor ve sloganlar atarak boykot ilan ediliyorlardı. Artık bıkmıştık. Binbaşı Ernesto ölmedi diyerek söze başlayanlar günlerimizi, aylarımızı hatta gençliğimizi bitiriyorlardı. Düşünsenize okulunuza geliyorsunuz, dersiniz var birileri gelip sizi engelliyor. Sınavlara hazırlanamıyorsunuz, göremediğiniz derslerden imtihan oluyorsunuz. Üstelik bunu yaparken hepsi iyi bir şey yaptıklarına emindiler. Zaman geçtikçe, bu tür eylemlerle alakası olmayan öğrencilerin de onlara katıldığını görmeye başlamıştım. Türlü yöntemlerle insan devşiriyorlardı. Bu kişilerin kendilerini uyaranlara karşı son derece kötü tavrılarla tepkiselleştiklerine şahit olmuştum. Susuyordum. İnsanlar giderek kutuplaşıyorlardı. Gidişat kötüydü.

Sonra birden orkestranın prova yaptığı binanın duvarına devasa bir demir gülle çarptı. Hani şu binaları yıkarken kullandıkları iki metre çapındaki demir bilyelerden birisi. Yedi metre yükseklikteki koskoca duvar dışarıdan içeriye doğru büyük bir gürültüyle yıkıldı. Salonda, şefin hadi hep birlikte uyum içerisinde konserimiz için hazırladığımız eseri çalalım dediğinde, umursamayıp elindeki enstrümanıyla gürültü çıkaranlarilkel danslar edenler, aniden çöken duvarın yıkıntılarının altıda kaldılar. Kimisi hayatını kaybetmişti, yerde kanlar içinde yatıyorlardı. Kimisi zar zor ayağa kalkarak elbiselerinin üzerindeki tozları temizlemeye çalışıyordu. Bu arada şefin istediği eseri çalmak için o kargaşanın içinde çaba gösteren, gözünü şeften ayırmayan orkestra üyelerinden de hayatını kaybedenler olmuştu. Yüz kişilik koskoca orkestradan sadece onbeş yirmi kişi, yaralanmadan yıkıntıların içinden ayağa kalkabildiDağılmaya başlayan tozların arasında, şefin kürsüsüne geçerek yerini aldığını, elindeki asasını nota sehpasına sertçe vurarak ayakta kalanlara seslendiğini görmüştük. Ama şef eski şef değildi, rica eden yalvaran şef gitmiş, yerine bağıran çağıran, emreden hatta tehdit eden bir şef gelmişti. Sesi de eskisine nazaran çok bir bet çıkıyordu.

12 Eylül darbesi, öncesi ve sonrasıyla, dünya tarihinde belki de incelenmeye değer en önemli tarihsel kesitlerden birisiydi. Biz içinde yaşarken bu önemin farkına varmamıştık belki, ama o tarihsel kesiti çağrıştıran bir öyküyü, bir kent orkestrasının provalarında yaşadığı olaylar ve karakterlerle anlatan bir film izlediğimde, çok iyi anlamıştım. Federico Fellini’den “Orkestra Provası”. Sinema tarihinin en başarılı politik sinema örneklerinden birisi. Bulabilirseniz, izleyin derim.