İnsanın zaman zaman kendini sorgulaması, hayatın farkındalıklarına kulak kabartması ve her zamankinden daha farklı bir bakış açısıyla bakması, görmesi, duyması ve dinlemesi gerekiyor. Kendi içsesini, çevresini, olayları, hayatı, yolunda gidip gitmeyenleri olduğu haliyle engin bir anlayışla gözlemlemesi gerekiyor.
Bu bir gereklilik olsa da zamanın ve hayatın hızlı akması bir çok kez buna imkan vermiyor. O halde zorunluluk olduğunda da ertelemeden değerlendirmek gerekiyor diye düşünüyorum. Kendimizi, evet önce kendimizi en son ne zaman dinledik, en son kendimizle ne zaman sohbet ettik? Hayatımızın bütününü başkalarının yaptıkları ve dedikleriyle öyle bir doldurmuşuz ki, buna tevessül etmesek bile ortam buna doğru itiyor insanları. TV de ki magazin haberleri, sosyal medyada başka başka hayatlar derken kendimizi, yani içsesimiz duyamaz bir hal içerisine girdik. Bunun farkında dahi değiliz, mühim olan kısmı da bu zaten.
Farkındalık içerikli kitap, gözlem ve sorgulamalar içerisindeyken neme lazım, hazır ortalık sakinken, hayatın sesleri yükselmeden, yazayım istedim, unutmadan not düşmek bir nevi. İnsan kendi karanlığı ile yüzleşmeden halleşmeden kendini aydınlatamaz. Bir ışığın yanması için odanın karanlık olduğunu evvela fark etmek gerekiyor. Bazen kitap okumaya dalarız, gün batmıştır “Karanlıkta okuma gözlerin bozulur” sesiyle farkına varırız, ortamın loş olduğunun. O misal yaşantımızda da ara sıra ışık ortamımızı kendimizi dinleyerek kontrol etmeliyiz. Fakat bizler çoğunlukla kendimizi dinlemekten uzak, başkalarını dinlemeyi, onlara tavsiyelerde bulunmayı onlara ışık olmayı tercih ederiz. Kendine ışık olamayan bir insanın başkasının yolunu aydınlatması mümkün değildir, bu iyi niyetli işgüzarlık ve hamaliyeden öteye gitmez. Ekstra bir enerji sarfiyatıdır. Yaşamadığın bir hali, başkasına tavsiye etmenin tesirsiz oluşu gibi.
Sayın Uğur Canbolat’ın bir yazısındaki etkileyici ve bir o kadar önemli bulduğum, ifadelere yer vermek
İsterim ; Sorgulamaların en sonuçaldıranı, en tenhada kendimize sorduğumuz sorulardır, illaki cümle ve kelimelerle mi? Hayır elbette, kendimize sükût ile sorduğumuz sorular en can yakıcı olandır, diyor.
Lakin psikolojide ”kendi gerçeklerinle yüzleşmek zorundasın” diye önemli bir tavsiye vardır, muhakkak duymuşsunuzdur. Örneğin, kendi değerini bilmeyen birinin karşı tarafa kusursuz değer vermesi beklenemez, o halde tasavvuf ilminde de sık sık hatırlatılıp tavsiye edildiği gibi, insan önce kendi özüne dönmeli, kendini tanımalı, bilmeli ki, dışarıya faydası olabilsin. “Kendini bilen Rabbini bilir ” sözü meğer ne kadar da içi dolu bir ifade imiş. Bizim cehaletimiz kendimizi tanımadan başkasını tanımaya çalışmak, kendimize kıymet vermeden başkasına kıymet vermek gibi içi boş bir kurtarıcılığa doğru gitmek, en azından öyle olduğunu tahmin ediyorum. Herkes için bağlayıcılığı olmasa da.
Ve devam ediyor; Sayın Canbolat “Kendimize hangi aynalarda bakıyoruz?” diyor. Çok çarpıcı bir ifade, çok etkileyici bir soru bana göre. Bu soruya, cevabı herkesin kendisinin bulması gerekir. Şu cümlelerimle devam etmek istiyorum, bu sorunun akabinde; baktığımız boy aynası mı, siyah ayna mı, beyaz ince ve zayıf gösteren bir ayna mı, dev aynası mı ve en önemlisi baktığımız ayna kimin? Kendi öz benliğimizin aynası mı yoksa başkalarının aynası mı kendimize baktığımız ayna?
Günümüzde estetik operasyonların gençnesilde daha yaygın olduğunu düşünürsek, başkalarının bizim dış görünüşümüz ile ilgili fikir ve yorumlarının bizim için ne kadar vazgeçilmez olduğunu daha rahat fark ederiz. Aile içerisinde sevgiyle, yeterlilik duygusuyla kendiyle barışık bireyler yetiştirmenin önemi burada bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. Kendisini başkalarına beğendirme çabası, kaygısı, bizi öyle bir anlamsız hale doğru gidiyor ki! Bizi yaratan en güzel halimizle yaratmış ve bizden böyle bir şey istememiş, biz neden böyle bir kaygıyla yaşıyoruz ya da gençlerimizi en doğal halleriyle barışık olmalarını sağlayamıyoruz. Güzelliğin içten gelen, düzgün bir karakter ve ahlak üzere olduğunu neden öğretemiyoruz?
Yine burada hayatımın mihenk taşı canım babamı yâd etmeden geçemeyeceğim. Bize hep şöyle derdi; “İnsan her zaman kişiliğine yakışan şekliyle giyinmeli, onuruna vakarına mesleki itibarına gölge düşürecek basitliklerden uzak durmalı.” Babamın en son hastaneye giderken ambulansa ütülü pantolon ve ceketiyle gittiğini biliyorum. Dilerim ki; kendisine layık evlat olup bu minvalde güzel evlatlar nesiller yetiştirebilmeyi Rabbim bizlere nasip eylesin. Güzel konularda unutulmayan tavsiyeleri ile hatırlamak onur verici, Rabbim rahmet eylesin.
Konuyu; sorgulama, ayna, bakma, görme, anlama gibi detayları ile toparlayarak sonuca bağlamadanönce, hiçbir ilave yapmadan doğal haliyle mizah içeren, yaşadığım bir iki anımla renklendirmek isterim.
Gaziantep’te eşim ile lüks bir restorana gitmiştik, bir o kadar salaş lokantaları da vazgeçilmez mekânlarından. Neden lüks diyorum? Konuyu tam izah edebilmem için ortamı tasvir etmek lazım gelir. Duvarlarında çok güzel tablolar var, Türk sanat müziği eşiliğinde nezih bir ortam. İnsan bir süre sonra bulunduğu ortamın bir parçası haline geliyor.
Ellerimi yıkamak için lavaboya gittim, ellerimi yıkadım, tam aynadan kendime bakarken benden daha Önce wc de bulunan hoş bakımlı bir hanımefendi orta yaşlarda, kabinden çıktı, bir kaçsaniye sonra, birden ani bir tepkiyle çığlık attı, korktu sanki! Yüksek sesle; ay sen gerçek miydin? diye. başladı. Ben ne olduğunu anlayamadığımdan şaşkınlık içerisindeyim. Restoranda her yerde tablo var demiştim ya. İşte bu hanımefendi aynadaki beni, tablo sanmış ve ben hareket edince biran korkmuş.
Şimdi bu teyzenin bakış açısına göre ben kendimi tanımlayacak olursam, cansız bir tablodan başka Bir şey değilim, ama gerçek öyle değil, ben canlıyım. Teyze korkmasın diye hareketsiz mi kalmalıydım acaba bir süre desem, onun içdünyasında ne düşündüğünü ben bilemem, bilemezdim de.
Evet, bu esasında, tabloya benzetilmek bir yerde ruhumu okşamadı değil, hatta konu anlaşılınca kısa bir konuşmamız bile oldu, iltifat etti, ben de güzel görüşleri için teşekkür ettim, çok da mutlu olmuştum. Tamam, güzel bir örnekti benim için, lakin görüş, bakış açısı, ayna, yansıma derken o kadar göreceli ki. Neden bu örneği vermek istedim, bizim için bağlayıcılığı olmamalı, hayatımızı değiştirecek kadar, fiziki operasyonlara gidecek kadar etkilememesi belki de. Ama bu tepkilerin bizim içdünyamızda ki okunma şekli de elbette önemli, psikolojik açıdan, her neyse. İstanbul'a taşındık yaklaşık dört yıl önce, bir arkadaşın ev davetine ilk defa gidiyorum, bayan arkadaşlarla orada buluşacağız, evi bulmak için taksiyle gidiyorum. Taksici “Abla siz marangoz musunuz?” diye sordu. Yolda, parkta, mağazada çoğu kişinin “Siz öğretmen misiniz?” diye sormasına alışkınım, gözlük vs. anlarım fakat marangoz da neydi Allah’ım? ‘Hayır’ dedim, sert bir ses tonuyla, sadece o kadar. Ama yetmedi cevap, “Çalışıyor musunuz abla, siz marangoz olmadığınıza emin misiniz?” şeklindeki sorular arka arkasına devam ediyordu. “Hayır çalışmıyorum” dedim. Çok sinir bozucuydu belki ama çok da umursamadım sadece şaşkınlığımı yenemedim, hemen fotoğrafımı çekip eşime gönderdim. “Hayatim benim marangoza benzer bir halim var mı ?” diye sordum. Tuhaf oldum.
Amca ikna olmuyorsa kafasında öyle kurduysa buna benim verecek bir cevabım olamazdı, olmadı da.
Sonra baktı ben konuşmuyorum. “Benim bir arkadaşım var, eşiyle beraber marangoz dükkanı işletiyorlar, sizi ona çok benzetti”, dedi. İsimlerini söylüyor vs.
Demem o ki; bu örnek her ne kadar iltifat gibi olmasa da; insanların aynalarının çok da bizimle ilgili gerçekleri yansıtmadığının, göreceli olduğunun bir kanıtı aslında.
Ezcümle; Gördüğün sensin, sevdiğin sen, kızdığın sensin yine, ne varsa kâinatta gönlüne dokunan hepsi senin gönül süzgecinden geçer, bir sen varsın bir de sana ayna tutan kâinat, hayatındaki her insan, her sevgi, her bakış senden bir parça. O halde; iyisiyle kötüsüyle, doğrusuyla yanlışıyla, merhameti ve bencilliği ile sana yansıyan hayat, senin de kâinata yansımandır. Yansımalardan yakınmadan evvel yansıyanın; duruşunu, bakışını, niyetini, olurunu, olmazını, rengini, yakınlığını, uzaklığını iyi ayarlamak lazım, yansıtanı unutmadan, koca bir ömrün fotoğrafını çeker gibi, büyük bir hassasiyetle.