Ekonomik büyümeye paralel olarak büyük kentlerin ve çokuluslu şirketlerin ortaya çıkmasıyla, geniş aile düzeninin dağılması, eğitim kurumlarının önemini büyük ölçüde artırdı.
Ekonomik gelişmeyle, yoğunluk kazanan bilimsel ve teknolojik bilgi birikimi ve birikimin günden güne artarak yeni açılımlar kazanması, üniversitelere bir çeşit kutsallık kazandırdı. Üniversiteler devlet bütçesinden önemli bir pay almalarına rağmen, özellikle Müslüman ülkelerde; çağdaşlık adına, seküler değerlerin misyonerliğini yapan, kurum ve kuruluşlara dönüştü.
Üniversiteler, gençleri en verimli dönemlerinde, dört beş yıl boyunca, toplumdan ve hayattan kopararak, kutsal değerlere ve etik ilkelere karşı duyarsız, makinalaşmış uzmanlar olmaya zorluyor. Duygusal derinliği ve etik bütünlüğü yitiren gençlere, üniversiteler edindikleri bilgileri bilgeliğe dönüştürme yeteneği kazandırmıyor.
Gençler doğru düşünmesini öğrenmedikleri gibi, doğruyu aramanın yol ve yöntemlerini öğrenme gereğini de duymuyor.
Tarih içinde, doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin, Habil ve Kabil’den bu yana devam eden, iktidar olma, son sözü söyleme savaşı olmasaydı, öğrenme ve öğretme kurum ve kuruluşları olan üniversiteler, bu kadar önemli ve bu kadar hayati olmazdı. Ancak üniversitelerin kültürsüzlüğün ve yabancılaşmanın üstesinden gelmek için, matematiksel zekâdan önce duygusal zekânın geliştirilmesi ve zenginleştirilmesine önem vermeleri gerekir.
Genelde dünya, özelde Türkiye ölçeğinde bakıldığında, üniversiteler; gençlerin doğuştan taşıdıkları tokgözlü yapılarını törpülüyor, onları açgözlü, kazanç peşinde koşan uzmanlara dönüştürüyor. Öğrenme coşkusuyla dolu, kitaplarda bulduklarıyla yetinmeyen genç insanlar, üniversitelerde, öğrenmekten düşünmekten ve tartışmaktan korkan bir kişilik kazanıyor. Faulkner’ın kelimeleriyle tekrarlanırsa, “bir genç o kadar çok okula gidiyor ki, bir şey öğrenmeye zaman bulamıyor.”
Dünyanın dört bir yanındaki üniversitelerde, öğrencilerin bilgi peşinde değil, kazanç peşinde koşmaları özendiriliyor. Dünyada yıldan yıla hacmi genişleyen bilgi birikimini bilgeliğe dönüştürecek bilgelere önem verilmediği gibi, saygı da gösterilmiyor. Tüketimi artırmayan, kazanç sağlamayan bilgiye, bilgi gözüyle bakılmıyor. Üniversiteler bilgi birikimine yeni boyutlar kazandırıyor. Buna karşılık üniversitelerin bilgelik birikimine katkıları çok sınırlı kalıyor.
İnsanın bilgelik birikimiyle beslenen kültürel gücü, en yeni teknolojilerden daha etkili, daha önemli bir entelektüel sermayedir. Üniversitelerin bir entelektüel sermaye olan eğitim gücünü, sürekli geliştirme ve zenginleştirme kuruluşları olmaları gerekir. Bu yüzden, üniversitelerde eğitim, zamana ve mekâna bağlı olmadan, bütün ve sürekli olmalıdır. Bunun için, dünyanın önde gelen üniversitelerinde, sürekli eğitim ve uzaktan öğretim programlarına büyük önem veriliyor.
Üniversite öğrencilere; ağaçlardan ormanı görmeme körlüğünü değil, tersine ağaçlarla birlikte ormanı bütün olarak görmenin ustalığını kazandırmalıdır. Öğrenmesini öğrenmek demek, ağaçta ormanı, ormanda ağacı görmesini bilmek demektir. Bu bağlamda, Matematik, Fizik ve Kimya gibi temel bilimler, doğru düşünmeye, doğruyu aramaya yardımcı olan ana bilimsel dillerdir. Onların dilleri evrenseldir, ülkelere göre değişiklik göstermez.
Normatif ve pozitif bilimler aynı kaynaktan beslenen ağacın dallarına benzer. Bütünle bağlarını koparanlar, ağacın gövdesinden ayrılmış dallar gibi, canlılıklarını yitirir. Nasıl toprakla bağlarını koparan ağaçlar canlılıklarını koruyamazsa, ülkelerinin kültürleriyle bağlarını koparan üniversiteler de güçlerini koruyamaz. Üniversiteler yerlileşerek küreselleşir, küreselleşerek yerlileşir. Bütün ülkelerde üniversitelerin görevi: Yerel düşünen küresel davranan gençler yetiştirmektir.
Yerel değerlere ve ülkelerine yabancılaşan üniversiteler, ülkelerinin bilgi ve bilgelik birikimlerini bütün dünyaya taşıyamaz. Üniversiteler yerel düşünüp küresel davrandıkları ölçüde, dünyanın bilgi ve bilgelik birikimine katkıda bulunur. Onlar yerel olanda küreseli, küresel olanda yereli görürlerse, kendi ülkelerine, kendi toplumlarına ve kendi insanlarına yabancılaşmanın tuzaklarına düşmez.
Bir üniversitenin öğretenleri ve öğrenenleri, bütüncü bir gözle bakarak, insanda toplumu, toplumda insanı görürlerse, hem başarılı, hem de etkili olur. Onlar oluşturdukları çekim alanı içinde yer alan kutup yıldızları gibi, ekonomik yapı ve kültürel dokuyu, dönüştüreceklere yol ve yön gösterir.
Üniversiteler, bütünden ve temel kaynaklardan uzaklaşırlarsa, özgünlüklerini, zenginliklerini ve çok yönlülüklerini büyük ölçüde yitirir.