Hayatta bazen başrolünde olduğumuz olaylar vardır bir de yalnızca seyirci ya da tanık olduğumuz olaylar...

Burada ilk bakışta "seyirci" ve "tanık" aynı şeye tekabül ediyormuş gibi görünse de zihinlerimizde zuhur ettiği kavram itibariyle aynı şey değillerdir. "Seyirci olmak" hayatta alınan rolün pasifliğinin yani bilinçsiz ve mühmel bir varoluşun hükmünü taşıyorken "tanık olmak"  bir anlamda şahitliğin ve dolasıyla olanı salt görmüş olmakla kalmayıp onun taşıyıcısı olma mukabilindedir.

Bir hikayenin ister ortasında özne konumunda olun ister üçüncü tekil şahsın hakim bakış açısında olun hikayenin tamamlayıcı unsurlarının gerekli parçalarından birini oluşturmuş olursunuz. Hayatın sahnelerine ayrı ayrı yerleştirilmiş fertleri olarak hangi durumda nasıl bir tavır sergiliyor olduğumuz hangi kumaştan olduğumuzu da tanımlayıcı bir tesir sahibidir.

Birbirinin mütemmimi mesabesinde olan insanoğlunun birbirine iyi kötü muamelesinin ve dahi münasebetinin iyi kötü neticeleri vardır. Bunun karar merciinde tercihlerimiz belirleyici olacaktır. Bu anlamda  Yusuf Kaplan'ın çok manidar bir vecizesi vardır. Der ki, " Durduğunuz yer gördüğünüz şeyi belirler. " Ne görmek istediğimiz bize durduğumuz yeri sorgulatmalıdır. O zaman burada öncelik meselesi olan durduğumuz yeri mi tayin etmek yakut görmek istediğimiz şeyi mi belirlemektir? Ya da durduğumuz yerin doğruluğunun ne kadar fehminde olduğumuz gördüğümüz şeyin ne kadarının idrakına varışımızı ne derece etkiler?

Bişeylerin belirleyicisi olmak her zaman için mümkün olmadığı gibi atılan bir avuç bilyenin gidip yerini bulması misali irticalen sudur eden bir konuşlanış da gerçekleşebilmektedir. O vakit aslolan; gördüğümüz şeyin görmemiz gerektiğini düşündüğümüz şey olup olmadığı sualine vereceğimiz hakikatli bir cevaptır. Velev ki durduğumuz yerde gördüğümüz şey kendimizle olan muhasebemizde çıkmaza sürükleyici bir vaziyettedir o halde menzilimizi değiştirmemiz gereklidir. Durduğumuz yerin muhkemliğinden eminliğimiz de ancak Necip Fazıl Üstad'ın tabiri ile içimizdeki zabıtaların yani vicdanımızın mutmain olmasının yanı sıra bir de daima Hakk'ın tarafgirliğinde,  muhtemel vicdanın akıl ve irade ile yoğurulmuş olması ancak  böylece ferasetli bir duruşun mübaşeretine münadi insanın muvaffakiyete erişmesi söz konusu olabilir.

Hepimizin bildiği Nasreddin Hoca hikâyesinde nasıl ki birbirinden şikayetçi olan bir grup insanı tek tek dinlediği zaman hepsine dinledikten sonra "Sen de Haklısın" karşılığı veriyor olmakla herkesin kendi penceresinden bakma alicenaplığını gösteriyor, hakiki haksızı bulamıyor ise demek ki herkesten taraf olup bertaraf olmaya namzettir. Buradaki doğru taraf ancak ve ancak Hakk'ın mizanı miyar edinilerek vukuu bulmuş olacaktır.

Pergelin ucunu sabitlediğimiz nokta sırat-ı müstakime muhalif olmadığı müddetçe durmamız gereken yerin de gördüğümüz yerin de cehaletinden sıyrılmış oluruz.