Edebiyatımızın, bilhassa öykücülüğümüzün kilometre taşlarındandır Sait Faik Abasıyanık. Tanzimat Dönemi ile başlayan yenileşme sürecinin önemli kalemlerinden olan Abasıyanık, Türk öykücülüğüne adeta sihirli bir değneğin dokunuşu gibi büyülü bir hava katmıştır.
Hayata karşı aykırı duruşu, onu görünürde uyumsuz biri gibi gösterse de esasında hayatın en çok içinde olup yaşamla, doğayla, denizle bir bütün olabilmiş ilk öykücümüzdür Sait Faik. Onun kaleminden çıkınca doğa olsun, deniz olsun, balıklar ve kuşlar ya da insanlar olsun, her biri apayrı bir dünyadan kopup gelmiş gibi eşsiz duygular hissettirir. Her şey öylesine uyumlu görünür ki insan, her satırda hayrete düşer, bunca karmaşıklığın içinde bütünün ahenkli resmini tek bir dokunuşla çizebildiği için Sait Faik’e içten içe minnet duyar.
Birtakım aykırılıklarının ve olumsuzlukların da eklendiği eğitim hayatındaki kopuklukların bir sonucu olarak girdiği her okulu yarıda bırakmış müzmin bir avarelikle bir işte de "dikiş tutturamayan" Sait Faik, çok sevdiği İstanbul ile Burgaz Adası arasında mekik dokur. Ada hayatının getirdiği salaşlıkla birlikte balıklar ve balıkçı teknelerinin tasviri ile balıkçıların gündelik hayatları, serbest bir üslupla hayat bulur Sait Faik’in öykülerinde. Onu, edebiyatımızın ve öykücülüğümüzün kilometre taşlarından biri yapan ve onunla bütünleşmiş olan “durumu anlatma yetisi” anlattığı her şeyi; balıktan kuşa, balıkçı teknelerinden kıyıya vuran dalgalara, İstanbul’un arka sokaklarındaki kahvehanelerinden iyi, kötü, güzel, çirkin, kederli, mutlu her türlü insan suretine kadar günlük hayatın olağan akışındaki her şeyi capcanlı birer resme dönüştürür. Olaydan sıyırıp “an”larda dondurduğu her bir kare, usta bir ressamın kıvrak fırça doknuşlarından çıkmış birer şaheserdir.
Doğallığı öyle güzel aksettirir ki Sait Faik, her şey olduğu gibidir. Hiçbir süs, hiçbir şatafat yoktur sözünde. Ancak tüm sadeliğin, şatafatsızlığın ve doğallığın içinde müthiş bir şairanelik, enfes bir tat veren coşkunluk vardır: “Odanın içini kızarmış bir ekmek kokusu doldurmuştu. Semaver, ne güzel kaynardı! Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi. Ondan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi. Sabahleyin Ali'nin bir semaver, bir de fabrikanın önünde bekleyen salep güğümü hoşuna giderdi. Sonra sesler. Halıcıoğlu'ndaki askeri mektebin borazanı, fabrikanın uzun ve bütün Haliç'i çınlatan düdüğü, onda arzular uyandırır; arzular söndürürdü. Demek ki, Ali'miz biraz şairce idi.” Semaver öyküsünden alınan yalnızca bu satırlarda bile görmek mümkündür sadeliğin içindeki coşkunluğu. Kızarmış ekmek kokusunun adeta kaynayan semaverin buharıyla tüm odayı doldurduğunu hisseder insan. Sabah saatlerinin tasvirini yaptığı bu satırlarda yazar, düpedüz bir realist değil, tam bir izlenimcidir. Eşyayı bir nesne olarak değil, öznenin yüklediği anlamla büründüğü yepyeni görünüşleri ustaca aktaran, bu aktarışta sadelikten ödün vermeden şiirselliğin de hakkını veren usta bir kalemdir o.
Sait Faik’teki sadelikten söz açmışken annesi Makbule Hanım’ın onun hakkındaki şu sözlerini anımsamak gerekir: "Şatafattan nefret ederdi. Dolabında her şey bulunduğu ve ailevi durumumuz iyi olduğu hâlde ekseriya başına bir kasket ayağına bir pantolon geçirerek balıkçı arkadaşlarıyla gününü gün ederdi.” Makbule Hanım’ın bu sözlerine katılan Yaşar Nabi Nayır ise Abasıyanık hakkında "Aristokrat değildi. Halktan üstün görünmeye çalışandan hoşlanmazdı. Herkes gibi olmak, herkese uymak isteği onda sonradan edinilmiş bir his değildir. Doğuştan gelme bir tabiattır." demiştir.
Tabiatıyla bütünleşen, sadeliğin içindeki lirizmi en güzel haliyle aktaran, kalemini adeta bir fırça gibi kullanarak anlattığı her an’ı, her durumu, her portreyi bir ressam gibi en ince hatlarıyla ve en şen renkleriyle resmedercesine satırlara döken bu usta yazara selam olsun!
Yazımı sonlandırırken, her öyküsünde ayrı bir tat bulduğum yazarın en sevdiğim, beni en çok etkileyen o satırlarını alıntılayarak paylaşmak isterim: Yazmasam deli olacaktım…
“Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”