Bir tatlı Kasım ayı sabahında Sahaflar Çarşısı’nda, taze çaylarımızı aldık ve muhterem Turan M. Türkmenoğlu büyüğümüze siz değerli okurlarımız için sorduk, sımsıcak cevaplar aldık.
Turan M. Türkmenoğlu, 1900’lü yılların başından itibaren sahaf olan ve yayıncılıkla iştigal eden ailenin üçüncü kuşak temsilcisidir. Ailenin dördüncü kuşak temsilcisi olan oğlu Kıymetli Burak Türkmenoğlu bugün Elif Kitabevi’nde aile mesleğini devam ettirmektedir.
Turan M. Türkmenoğlu, kitap kokusuna karışan kahve kokusu ile İstanbul’un sesi, kültür dünyasının hafızası olarak ziyaretçilerini bugünden başka âlemlere götürür, İstanbul’u yaşatır. Geçtiğimiz günlerde ESKADER 2023 Ödülleri Töreni’nde, “Hatıra” dalında,Sahaflar Çarşısında Görüp İşittiklerim eseri ile ödüle layık görülen Turan M. Türkmenoğlu Beyefendiyi ziyaret ettik. Kendisi ile çarşının hatıra defterine dokunduk, bugün bizim yitirmiş olduğumuz el yazılarının incelikleri karşısında büyülendik, kâh duygulandık, kâh tebessüm ettik. Bir tatlı Kasım ayı sabahında Sahaflar Çarşısı’nda, taze çaylarımızı aldık ve muhterem Turan M. Türkmenoğlu büyüğümüze siz değerli okurlarımız için sorduk, sımsıcak cevaplar aldık. Bir tatlı Sahaflar Çarşısı röportajı ile huzurlarınızdayız, buyursunlar Efendim:
Efendim, “Sahaflar Çarşısı, kendimi bildiğim günden beri benim rüyamdır.” diyorsunuz. Sahaflar Çarşısı’ndan en uzun süre ne zaman ayrı kaldınız?
Havalar ısınmaya başlayıp okul tatili yaklaşınca çarşı rüyalarıma girmeye başlardı. Rüyamda kitaplar görüyorum, alıp satıyoruz kitapları. Babam motosiklete binip ön tarafa beni oturtuyor ya da yedeğine bindirip sıkıca tutunmamı tembih ediyor. Hatta bir konaktan kitap almaya da gidiyoruz. Sahaflar Çarşısı’ndan ayrı kalışım askere gittiğimde oldu. Dört ay Acemi Birliği’nden sonra çarşıya geldim yani teşbihte hata olmaz benim çarşıya gelişim Kabe ziyareti gibiydi. Sahafların dışında benim ne gençliğimde ne ilerleyen yaşımda başka bir dünyam olmadı.
Bu dünyanın içinde olmanın size hissettirdikleri…
Sabah gelirken, kendi kendime şükrederek düşündüm. Sahaflar’da tanıdığım, edindiğim eş dost bir başka meslekte olsaydı acaba olur muydu? Şöyle bir gözümden geçirdim, hepsi imza sahibi insanlar, hepsi unvan sahibi insanlar, hepsi vatanını seven Türk kültürüne hizmet eden insanlar o yüzden hem kendimi şanslı addediyorum. Hem de insan ömrü kısa, bir yüz sene olsa da insan tadını çıkarsa.
Efendim Sahaflar’ın damak lezzetini merak ediyorum. Çarşı esnafı güne nasıl başlar, nerede ne yerdi, hatıralarınızı lütfeder misiniz?
Sabah kahvaltısını, aşağıda babamın dükkânını açtıktan sonra tam karşıda bir el arabası gelir. Sabahleyin pilavın dumanı tüter, yanında da zerde, herkes pilav üzerine zerdeyi boca ettirir, alır gider. Ben de çocukluk hevesi ile bir iki sabah zerdeli pilav yedim, hoş da oldu. Pilavcı yaşlıydı yerine bir pehlivan poğaça satmaya gelmişti. Yıllarca o pehlivanın poğaçasını yedik. Babam titiz insandı, evden yemek getirmeye özen gösterirdi. İşlerin iyi olduğu zamanlar, babamında vakti olduğu zamanlar “Hadi bir Konyalı’ya gidelim” der. Ya bir sabah kahvaltısı ya da bir öğlen yemeği onun tadı ayrıdır. Sanki özel bir gün olur o gün. Onun dışında Kapalı Çarşı’da Sevim Lokantası vardı. Sevim Lokantası’na vakit olursa gidilir, oraya kuyumcu esnafı, daha zengin esnaf gelir, biz de o zamanlar genciz bir yer bulsak da otursak der sıra bekleriz. Bir gün hesap ödüyorum, Yusuf Amca dedim, pilavın içinden taş çıktı, az daha dişim kırılıyordu. Yusuf Amca, “Pırlanta mı bekliyordun oğlum, tabii taş çıkacak” dedi, demek oluyormuş dedik. Küllük’ün karşısında Emin Efendi Lokantası var, ben ona yetişemedim. Mevsimine göre fırsat buldukça, Emirgan’ın çayı, Kanlıca’ya yoğurt yemeğe gidersiniz, üzerine pudra şekeri dökülür. Biz bu dört duvar arasına hapsedilmiş ya da lütfedilmiş bir bölgede yaşıyoruz, nefes almak için çıktığımızda her tarafta ayrı bir dünya var.
İstanbul’un sesleri…
İstanbul’un sesi bir defa bozuldu. İstanbul’un asude bir hâli vardı, her gittiğiniz yerde neredeyse bir huzur bulurdunuz. Bir kakafoni var şimdi, ses kirliliği var, yani sima kirliliği var. İstanbul’a Anadolu’dan gelenler “yaban elbisesi” dedikleri, takım elbiselerini giyer, ona göre kılığı kıyafeti traşı olur ve anlardık biz, memleket neresi diye sorardık. Onlar İstanbul’a saygı gösterirdi, biz de onlara misafir diye saygı gösterirdik. Ama şimdi hakikaten İstanbul dile gelse “Ben böyle olacak bir yer miydim?” diye belki de ağlıyordur manevî bir alemde.
Mûsikî ile münasebetiniz oldu mu?
Benim mûsikîye karşı kulağım biraz kapalı. Allah selamet versin Niyazi Sayın ağabeyimiz bana kendi yaptığı kız neyi getirdi hediye etti, başparesini de kendisi çekmiş, boynuz da, “Turan kardeşim bunda Hu sesini çıkar ondan sonra seninle ney meşk edeceğiz” dedi. Ben Huu diyorum ama ciğerlerim yetmiyor. En sonunda Niyazi Ağabey “Ne yaptın” dedi, ağabey ben Hu’dan ileri gidemiyorum dedim, hep Hu çekiyorum. Evin bir köşesinde anı olarak saklıyoruz. Allah selamet versin Niyazi Sayın ağabeyimize.
Sahaflar Çarşısı’nda sizi etkileyen bir alışveriş, müşteri diyaloğunu paylaşır mısınız?
Sahaflar Çarşısı’nda Görüp İşittiklerim kitabının ikinci bölümünde yazacağım şimdiden ip ucu olsun biraz bahsedeyim, dün bir arkadaş ile konuştuk, “Japon Konsolosluğu’ndan gelmişlerdi, kitap alacaklarmış. Biz de ilgi gösterdik. Adam kitaplara baktı baktı, hep indirdi. Dükkânda kitap kalmadı. Deli midir nedir diye düşünürken, “Bunlardan birer tane daha istiyorum” dedi. Babamla bu ne haldir diye şaşırdık. Sonra “Japonca Kyoto Üniversitesi’ne yazın ve biri de benim adıma olacak iki fatura düzenleyin” dedi. Bir hafta sürdü faturayı yazmamız. Japon Konsolosluğu’na kitapları götürdük, teslim ettik. Hemen paramızı ödediler. İki gün sonra telefon ettiler, “Hesapta bir yanlışlık olmuş, oradaysanız geleceğiz” diye. Babam şaşırdı “Oğlum biz nasıl yanlış eksik hesap yaptık” diye gelsinler bakalım baba dedim, 25 kuruş eksik ödeme yapmışlar bize 25 kuruşu getirdiler.” Diye anlattı. Yani öyle duygulandım ki tüylerim diken diken oldu. 1996 yılında Sahaflar Çarşısı’nda yaşanan bir hadise ayrıntılı olarak kitaba koyacağım. Bize hem insanlık dersi vermiş oldu, hem mesleğe karşı olan bir ciddiyet, saygı. “25 kuruşu getirdi verdi, utantık” dedi.
Kitapları piyasasını dönemlere ayırmak mümkün mü bu bağlamda okur kitap ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz?
Ben şöyle değerlendiriyorum. 1960’a kadar olan bir kitap piyasası vardı. Yasaklı yıllardı. 1960’dan sonra ta ki 12 Eylül’e kadar ayrı bir dönem yaşadık. O günlerde satılan kitaplar 12 Eylül döneminden sonra farklı bir veçheye büründü. Hatta günümüze kadar diyebiliriz bir romantizm dönemi vardı. Şiir kitapları, edebiyat kitapları çok alınır satılırdı. İnsanlar birbirleri ile mutlaka bir kelam yapar, arada bir iki şiir okurlardı o kalmadı. Maddeye dönük bir nesil yetişiyor. Hele z kuşağında o duygusal taraf hiç yok. Bunun dışında kitaba karşı bir merakın arttığını hissesiyorum ama merak mı arttı acaba nüfus arttığı için mi bize öyle yansıyor onun da farkında değilim net olarak, onu istatistikler bilir herhalde. Bu arada tabii çok kâğıt israfı var, okunmaya değmeyecek, basılmayacak o kadar çok kitap var ki, bazen eskici pazarlarını dolaşıyorum. Tezgahlara düşen kitaplar doğru düzgün açılmamış bile basmışlar atmışlar, kâğıt israfı.Fakat belirli bir kalitede okuyucu kitlesi var. Onların yetiştirdiği, yönlendirdiği bir genç kuşak var, onlardan ümitliyim ben kitap okuru olarak.
Efendim kadim kitap kültürümüz kıymetli lakin e-kitap, sesli kitap gibi teknolojinin yönüne göre evrilen ürünler var siz nasıl bakıyorsunuz?
Selüloz kokusunu almadan, kitabı baş ucunuzda lamba yanacak, yatakta uzanıp iki satır okurken içiniz geçecek o lezzeti yaşamadan ister sesli kitap olsun, e-kitap olsun, cep telefonundan okuyun o lezzeti vermiyor alışkanlık da yapmıyor ayrıca. İkinci el bir kitapsa acaba kimin elinden geçmiş o okurken neler hissetmiş, farkına varmadan ilk sahibi ile ruhsal iletişime giriyorsunuz. Bazen eski kitaplar arasından çiçek çıkar, bir tutam saç çıkar, gözleri oyulmuş bir kadın ya da erkek fotoğrafı çıkar, onlar dehşettir insanı kitaptan alır başka bir âleme götürür. Bunu ne internette bulabilirsiniz, ne telefondaki e-kitapta bulabilirsiniz. Birebir temas.
Dededen babanıza, babanızdan size, sizden Burak Bey’e tevarüs eden bir silsile var. Efendim torunlarınızın ilgilerini nasıl görüyorsunuz?
Burak’ın oğlu erkek torunum spora çok meraklı, futbol, basketbol, ikinci sınıfa giderken toptan başka bir şey düşünmüyor. Ondan kitapçı olmaz. Ablası kitaba çok meraklı okuyor ama yaşı icabı her iki üç ayda bir meslek değiştiriyor. Bazen doktor olmaya karar veriyor bazen piyanist olacağım diyor. Ama bir kültür tarafı ağır basıyor. Belki büyük bir yayınevine çevirebilir, o günkü şartlara göre başka yine kültürle ilgili faaliyetleri olabilir.
Bir meslek olarak kitapçılık ya da yayıncılığa ilgisi olanlara neler söylemek istersiniz?
Şunu gördüm, kitapçılık ya da yayıncılık sizi geçindirir, sizi zengin etmez. Ancak geçinirsiniz, rahat edersiniz, çocuklarınıza güzel bir mazi hediye edersiniz ama büyük paralar kazanacağım, zengin olacağım diye kimse kitapçılığa yaklaşmaz. Manevî zenginliği yeter.
Efendim hayat doyumuna ulaşmış, kendini gerçekleştirmiş birisi olarak iyikilerinizi yaşadığınız hatıralarınız…
Askerde Acemi Birliği’nde nöbet tutuyorum, geceleyin sıfır iki miydi yoksa iki dört müydü, nöbetçi subayı geldi. Dur, kimdir o, parola filan nöbetçi subayı yüzüme el fenerini tuttu, “Ben bu sesi tanıyorum, sen nerelisin?” dedi bana. İstanbulluyum dedim, “Ne iş yapıyorsun?”dedi. Sahaflar Çarşısı’nda kitapçıyım dedim. Kendisine çevirdi, “Beni tanıdın mı?” dedi. Hayır tanımadım dedim. “Ben Hukuk Fakültesi’nde öğrenci iken senden kitap alıyordum” dedi. Şimdi insanı onore ediyor, hiç aklınıza gelmeyen, sonra şükrediyorsunuz iyi ki düşman sahibi değilim. Bir sabah namazı da Medine’de selam verdim. Sağ tarafımdaki cematten birisi “Turan Abi sen burada mıydın?” dedi. Çarşıdan yine tanıdığımız birisi çıktı. Dünya o kadar ufak ki ama her seferinde iyi ki bu âlemin içine doğmuşum diye şükrediyorum. Nereye gittiysem mesleğimizden dolayı bir itibar görüyorsunuz, bu itibara layık olmak için kendinizi kontrol altında tutuyorsunuz.
Keşke yapmasaydım dedikleriniz var mı?
Elimizden hatlar, yazma eserler geçti. Bir iki tanesini de ayırsaydım. Ama işte terzi söküğünü dikemez. İçlerinden ayırıp evimize götürdüklerimizi hem kâr olarak görüyorum, hem de geçmişle gelecek arasında bir bağ gibi görüyorum. Ama Hamid Hoca’ya yazdırdığım bir iki yazı var o çok manidardır. Sabahları bazen kahvaltı ederken gözüm ona ilişiyor evde. Hamid Hoca fakru zaruret içerisinde, bir gün yan tarafta İsmail Akça komşumuza gelmişti. İsmail Ağabey ile ne konuştularsa konuştular, İsmail Ağabey dedi ki “Turan hocaya bir şey yazdır.” Yıl 1969 ben o kadar hazırlıksızım ki, şöyle bir düşündüm benim ismimi soyadımı yazsın dedim, İsmail Ağabey “Yetmez” dedi. O zaman yeni doğmuş kırkı çıkmamış yeğenim onun ismini yazsın dedim. Yazdı iki levha getirdi, Hamid Hoca’yı hep o şekilde anarım. Yazıları bıraktı onun üstüne Niyazi Sayın geldi, aldı götürdü etrafını kendi yaptığı güzel ebrularla getirdi çerçevesini de kendimiz yaptırdık.
Efendim müteşekkiriz son olarak bir büyüğümüz olarak okurlarımıza, gençlere vermek istediğiniz mesaj eklemek istedikleriniz…
Allah’a şükrediyorum çok iyi insanlarla bir daha yeri dolmayacak insanlarla karşılaştık, dost olduk, elini öptük. Saygı gördük, saygı gösterdik. Herkesten bir şey öğreniyorsunuz. Hiçbir zaman da oldum dememek lazım hep eksiksiniz, mutlaka bir yerde keşke sorsaydık, keşke öğrenseydik dediğiniz çok şey oluyor.
Gülüşmeler ile latifemizi de alıyoruz… Babası zenginse kitapçı olsun, yoksa kitapçılıktan zengin olacağım diye hiç düşünmesin.