Elif Ömürlü Uyar: “Mûsikîmiz bizi güzellikle, zarafetle, hakîkatle buluşturan bir güç, onun için peşine daha çok düşmek lazım.” dedi.
“Mûsikî hikmete dâir fendir, bilene bilmeyene rûşendir.” demiş Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri.
Mûsikîşinas Elif Ömürlü Uyar, İstanbul’da dünyaya geldi. İTÜ İşletme Mühendisliği mezunu olan Elif Hanım Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Enstitüsü’nde Tasavvuf Bölümü’nde yüksek lisans yapıyor. Tez konusunu mûsikî üzerine seçen Sevgili Elif Ömürlü Uyar ile mûsikî serencâmını konuştuk. Siz değerli okurlarımızın ilgilerine sunuyoruz:
Efendim mûsikîşinas bir ailede dünyaya gelip işletme mühendisliği okuyorsunuz, neden?
Biz üç kardeşiz, üçümüz de mûsikî ile meşgul olduk. Annemiz ve babamız mûsikî ile meşgul olmamız için özel bir gayret sarf ettiler. Ama hiçbirimiz meslek anlamında yapmaya yönelmedik. Açıkçası çok da taraftar olmadı babacığım, mûsikîden para kazanmak zorunda kalmamızı istemedi sanırım. Bizim gençlik, öğrencilik yıllarımızda o zamanki ortamlar şu günkünden çok farklıydı. Babacığım çok istemedi, hepimiz bir meslek sahibi olduk.
Elif Ömürlü Uyar’ı nasıl tarif edersiniz?
Mûsikîşinas bir aileye doğmuş bir insan olarak tarif edeyim kendimi. Kendime baktığım zaman, babacığımın “İnsan dolmadan boşalmaz” sözünü yaşadığımı görüyorum. Şöyle ki küçüklüğümden beri mûsikînin içindeyim. Şu anda icrâcıyım, koro şefiyim yani olmaya çalışıyorum öyle diyelim. Ama hiçbir zaman böyle bir hedefim olmadı. Allah’ın da bir planı vardır ya, hayat böyle emeklilikten sonra bu noktaya getirdi. Şu anda da amacım mûsikîmize hayırla, sağlıkla daha fazla hizmet edebilmek. Bizim mûsikîmiz sadece müzik değil, notalardan ibaret değil. Benim konum daha çok sözlü mûsikî, bir ses icrâcısı olduğum için. Nitekim bizim mûsikîmizde daha çok, Dede Efendi olsun Zekâi Dede Efendi olsun, Itrî olsun ses mûsikîsi ön plandadır, hep sözlü mûsikîdir. Sözlü mûsikîmiz sözlerinden dolayı şifa çünkü özünde tasavvuf var. Samiha Ayverdi, “Türk mûsikîsi vahdetin sesidir.” diyor. Klasik mûsikîmizin özünde de tasavvuf var zaten.
Günümüz müziğini ve gençlerin mûsikî ile ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz, ümit var mı?
Günümüzde çok önemli garip güfteli şarkılar var, garip diyorum başka bir şey söylemek istemiyorum. Şöyle de diyebilirim; lüzumsuz, faydasız, insanı iyi duygulara sevk etmeyen, şarkı olur, türkü olur bunlar iyi mûsikî değil. Hepimiz istiyoruz ya insanlar güzelleşsin, toplum iyileşsin, sevgi birlik sağlar bu da ancak bizim klasik mûsikîmiz ile olur. Sözler çok önemli. Her zaman ümit var, Müslüman ümitsiz olur mu? Gençlere biz bunu anlatabilirsek, izah edebilirsek, güzel icrâ edebilirsek gençler seviyorlar. Mûsikîmizi sevdirme gayreti içinde olan, çok hizmet eden genç arkadaşlar var ve başarılı oluyorlar. Yani onları iyiyle güzelle buluşturmak önemli. Şu anda televizyon, telefon, bilgisayar onları farklı müziklere kaydırıyor, arkadaşlarından etkileniyorlar vs. Bilinçli, mûsikîsini seven, kültürünü seven, bunu yaymak isteyen, bu halkayı büyütmek isteyen insanlara çok iş düşüyor. Meselâ, ben bir hatıramı hiç unutmam. Barış Manço da biliyorsunuz çok mübârek bir insandı. O dönemde söylediği şarkılarındaki o sözler tasavvufun özüydü. Bir komşumuz beni doğum günümde onun konserine götürmüştü. Genç yaştayım, hayatımda hiç konsere gitmemişim, Barış Manço’yu canlı dinlememişim. Onun lezzetini unutamam. İşte siz de bir genci alıp meselâ güzel bir konsere götürebilirsiniz, o iyi müzikle tanışmasını, buluşmasını, sevmesini sağlayabilirsiniz.
Türk Müziği bugün nasıl bir noktada?
Mûsikî anlamında şu anda bence insanlar çok şanslı. Benim dönemim Türk Müziğinin itilip kakıldığı bir dönemdi.Okul yoktu sonradan açıldı. Konservatuvar yoktu. Pek çok yasaklar vardı. Bir tiyatro salonunda klasik müzik konseri veremezdiniz. Kenter Tiyatrosu’nda lütfen, mûsikîmizi ve Samiha Ayverdi’yi sevdikleri için izin vermişlerdi Kubbealtı Korosu’na, babamlar orada birkaç konser verdiler. Bunun dışında o kadar zor bir dönemdi ki ben çocukluğumu hatırlıyorum, her şey gizli yapılırdı. Tasavvuf mûsikîsinin çıkışı başlı başına bir hikâye, tekke mûsikîsi diyemeyecekleri için bu isimlendirmeyi Ergun Balcı yapıyor. Aslında “Tekke Mûsikîsi ”, ilâhî veya adı bile yok klasik mûsikî deniyor eskiden. Samiha Ayverdi’nin kitaplarını okuyorum. Orada hiçbir ayrım yok, mûsikîyi çok seviyor kendisi. Asla bir dini-ladini ayrımı yok, ilâhî, klasik mûsikî diye geçiyor hep. Bu isimlendirmeler hep mûsikîmizi kabul ettirmek için. Toplum çok seviyor tasavvuf müziğini. Ergun Balcı “Mûsikîye Adanmış Bir Ömür-Yusuf Ömürlü” kitabında derinlemesine anlatıyor bu konuyu.
“Bir Mûsikî Alpereni Yusuf Ömürlü” kitabını evladınız hazırlıyor…
Oğlum İbrahim Melik, dedesinin mûsikîye katkıları ile ilgili yüksek lisans tezini ilavelerle zenginleştirerek, bir kitap hazırladı. Çok faydalı bir eser oldu. Aslında kitap hem Samiha Ayverdi’nin mûsikî anlayışı hem de geçmiş döneme bir bakış, tarihteki mûsikîmizin seyri, nereden buralara gelmiş… Nasip oldu çok şükür.
Mûsikîşinas bir ailede dünyaya geldiniz lâkin sizin beslendiğiniz başka kaynaklar var mı?
Üniversite zamanında üniversite korosuna gittim. Süheyla Altmışdört pekçok kimsenin hocası olmuş, üniversite korosu zaten başlı başına bir ekol. Dört beş sene okulum bitene kadar oraya devam ettim. Üniversite korosu bana çok şey kazandırdı. Şöyle ki ben çok çabuk öğrenen bir insandım. Cemiyette bazen sıkılırdım çünkü babacığım senede bir konser yapardı. Şu anda bile pekçok yerde öyle çünkü kadro amatör. Her hafta aynı şeyler çalışılır ben onları çabuk öğrendiğim için sıkıldığımı hatırlıyorum. Ama onun faydasını da gördüm o da ayrı bir konu. Üniversite korosunda pek çok makamdan fasıllar geçme fırsatım oldu. Çünkü onlar haftada üç gün çalışıyordu. Ayda bir makamdan fasıl geçiyorlardı. Ben haftada bir ancak gidebiliyordum ama o bana yetiyordu. Ayda bir hiç bilmediğim hiç duymadığım karcığar, kürdîli hicazkâr, sûzinak bunlar şimdi bir çırpıda aklıma gelenler hep orada, geçtiğim makamlardan, fasıllardan. Kız kardeşimin hocası Cahit Gözkân beyefendi var, onun evinde Salı geceleri düzenlenen ve kıymetli sanatkârların katıldığı fasıllara katılma şansım oldu.
Efendim ev fasıllarından konuşalım mı nasıl olurdu?
Ay çok güzeldi, seve seve konuşurum. Malûm gidiliyor, Cahit Hoca var tabii, uduyla saz heyetini o idare ediyor, çember şeklinde oturuyorlar salonun ortasında. Cahit Hoca camcıydı, ticaret erbâbı. Müstakil evinin bir duvarı cam, kapıdan girdiğiniz zaman salonu görüyorsunuz, yukarı çıkan bir merdiven var. Ben oraya loca diyorum, orada otururdum benim yerim orasıydı, tam da sazları görüyorsunuz, kadroyu… Bir başlar onlar, ilk bölüm saz eserleri, peşrev onlar biter fasıl o gün hangi makamdan yapılacaksa, def ile faslı idare eden Ferit Tan beyefendi, bir tane videosuna rastlamıştım internette. Faslı o idare ediyor, kadın erkek küçük bir grupda icrâ ediyor. Salon bayağı dolu, diğerleri dinliyor. Ondan sonra bir ara veriliyor, ara en fazla yarım saat çok uzun sürmez, bir çay bir kurabiye ikramı, sohbet, muhabbet sonra sololar bölümüne geçilir. Söylemesi ayıp bana nasıl solo veriyorlarmış orada ben de solo yapardım, 18 veya 20’li yaşlardaydım nasip oldu. Mithat Özyılmazervardı orada, takdimi o yapardı. Münip Utandı gelirdi. Safiye Ayla’yı orada gördüm. Epeyce kişi ile tanışmak fırsatım oldu. Öyle bir lezzeti tatmış olmak çok büyük bir nimet. Cahit Bey’in soyadı Gözkân, '”kân, Farsça'da “menba, kaynak” demek, ama ne yapalım, yeni Türkçe'de Gözkan olduk." demişlerdi.Eşi çok tatlı bir insandı, sonra hastalandı. “Sakın bu fasıllara ara vermeyeceksiniz, hakkımı helal etmem” dedi. Hasta yatağında yatıyordu fasıllar, dersler devam ediyordu, böyle insanlar… Geçmişe baktığınız zaman işte hatırladığım benim İsmail Baha Sürelsan var, onun eşi de çok mübârek bir insanmış. Çünkü bir evde böyle bir şey yapmak eğer evliyseniz o eşin çok büyük fedakârlığını gerektiriyor. Öyle güzel insanlar varmış. Benim anneciğim de böyle bir insandı. Bizim evimizde de olurdu meşkler, toplantılar…
Müteşekkiriz Efendim, eski İstanbul’a gittik…
Bakın eski İstanbul’a gitmek değil de; biz şimdi buradayız, şimdi ne yapabiliriz, tamamen taşıyamayız ama birazcık eskiyi günümüze taşıyabiliriz. Biliyor musunuz ben çok düşünüyorum zaman zaman, yazımızı okuyacak olanlara selâm olsun, kulaklarına da gitsin. Şu anda evi müsait olan, kocaman evlerde oturan, maddi durumu müsait olan bir sürü insan var, eminim gönülleri de zengindir. Hepsi de bihaber değil mûsikîden, bunlar bir şeyler yapabilirler. Hadi sürekli yapmıyorsun senede iki kere yaparsın, hayrına insanlara o eski geleneği yaşatmak maksat. Bir genci böyle bir ortama bir kere götürseniz ömür boyu unutması mümkün değil.
Sizin için özel bir makam var mı, bu benim makamım dediğiniz?
Hülya Hanımcığım, makamlar ayrı bir dünya, bence kimsenin tek bir makamı olamaz. Çünkü insanoğlunun bir hâletirûhiyesi var ve bu hâletirûhiye günden güne, gün içinde bile, yıldan yıla aydan aya değişen bir şey ve makamlar zaten bu hâletirûhiyesi tekâbül ediyor. Pekçok makam var sevdiğim, şudur diyemem, ötekilere ayıp olur.
Peki özel bir bağınız olan bestekâr var mı?
Benim nedense Zekâi Dede ile çok özel bir bağım var. Zaten Ahmet Avni Konuk üstadı tanıdıktan, okuduktan sonra, tabi onu okumama da sebep yine Zekâi Dede, çünkü onun öğrencisi. Oradan bende bir merak uyandı, kitabını aldım okudum. O bir derya, mûsikîmiz bir sırlar hazinesi o üstatlara göre. Onun için biz neresindeyiz, ne kadarını anladık, ne kadarının ucundan tuttuk Allah bilir. Beslendiğim yerlerden birisi de Ahmet Avni Konuk’tur. Sonra Çinuçen Bey, Çinuçen Tanrıkorur ile erkek kardeşimin Emreciğimin çalışma şansı olmuştu. Onun eserlerini çok meşk ettik beraber, o şekilde eserleri ile hemhal oldum. Bir insan olarak, bir bestekâr olarak, bir müzikolog olarak, biliyorsunuz çok yönlü bir sanatkâr, hep takip ettim. Biz şu an çok şanslıyız, her şeye teknoloji sayesinde kolayca erişebiliyoruz. Bizim zamanımızda nerde bu, radyoda bir şey çıkacak da dinleyeceksin. İnsan sadece TRT Nağme dinlese 24 saat, konservatuar bitirmiş gibi olur üç dört senede.
Pandeminin mûsikî çalışmalarınıza etkisi nasıl oldu?
“Hak şerleri hayreyler. Zannetme ki gayreyler.” misali pandemi süreci çok hayrımıza oldu. Çünkü şimdi her yerden bir hocaya erişilebiliyor. Ben dört senedir online ders yapıyorum. Yurt dışından yurt içinden pekçok talebem var.
Yurt dışındakilerin mûsikîye bakış açısı nasıl?
Onlar bence mûsikîyi bizden daha iyi anlıyorlar. Samiha Ayverdi’nin kitaplarında bu konuda anektotlara rastladım, yurt dışına giden ve Batı müziği icrâ eden bir gruptan Türk müziği icrâsı istiyorlar ama yapamıyorlar çünkü bilmiyorlar, türkü bile bilmiyorlar, bilmediklerini fark edip üzülüyorlar. Ama oradaki ev sahibi de ısrarla “Size ait bir şey dinlemek istiyoruz.” diyor. Öyle mahçup oluyorlar ki öyle zor durumda kalıyorlar ki yapamıyorlar. Kaşını gözünü yara yara bir şeyler çıkarmaya çalışıyorlar ama olmuyor. Yabancılar zaten kendi mûsikîlerini biliyorlar, bizim mûsikîmizi dinlemek istiyorlar. Anlatılan şu ki, bir Klasik Türk Müziği konseri olduğunda geçmişte de bugün de yurtdışında salonlar hep dolu.
Sizin yurt dışı hatıranız var mı?
Viyana’ya bir atölyeye çağırmışlardı beni. Çok fazla kişi yoktu ama önemli olan şu, iki tanesi Almanca biliyor, Türkçe bilmiyor, Viyanalı herhalde Avusturyalılardı. Türkçeyi hiç bilmiyorlar. Enteresan yanı da şu, beni atölyeye çağıranlar da özellikle tembih etti “Biz şarkı geçmek istemiyoruz. Biz büyük formda eser, kâr, beste için sizi çağırıyoruz.” Bu da önemli, ciddi bakıyorlar. Orada nasıl aşkla, şevkle dinlediler. Bizim buradakiler diyor ya anlamıyoruz o da anlamıyor hiç dil bilmiyor, çok enteresan değil mi?
Merhum Yusuf Ömürlü’nün hastalık süreci…
Babacığım dermiş ki, “Allah’ım bana daha çok zaman ver de mûsikî ile daha çok uğraşayım” mimarlık okumuş, ama mesleğini yapmak istemiyormuş, hayatı müzik. Sonra Allah bana hastalık verdi diyor, yani istedim verdi diyor. Samiha Ayverdi, 38 yaşında felç geçirmiş bir insanı, nasıl hayata döndürebiliriz, nasıl kazanırız diye düşünüyor. Babamı çok motive ediyorlar. Sol elinle de koroyu yönetebilirsin, oturarak da yönetebilirsin diyorlar. Annemin gayretleri çok kıymetli, biz üç kardeş küçüğüz, babam bunalıma giriyor, çalışmak istemiyor, elini kullanması için gayret etmesi lazım. Sağ elini kullanan insanın sol eliyle bu kadar neşriyatı yapması çok önemli. Bu süreçte onun etrafında olan insanlar, talebeleri kitapta, mülâkatlar bölümünde o kadar güzel anlatmışlar ki; örneğin Bülent Çeviksever, “Hocanın bu kadar engeliyle, bu kadar sıkıntılarıyla, bu kadar imkânsızlıklarla ürünler ortaya koyması, millete faydalı olması bizim çok üzerinde durup düşünmemiz gereken bir hâldir. Beni çok etkilemiştir.” diyor.
Sevgili Hocam babacığınızın rahatsızlığı sizde nasıl bir etki yaptı?
Şöyle aslında bunu yakın zamanda ben idrak etmeye başladım. Hâlen emin değilim annem babam hayatta olmadığı için sorma şansım da yok. Ben 13 yaşında başladım Kubbealtı’na gitmeye, tam da o zamana denk geliyor. Babam hastalık devresinden çıktıktan sonra zaten dokuz ay hastanede kalmış, sonra da diyelim ki bir sene iyileşme, kendini bulma, sol elini kullanma. Yalnız hiçbir yere çıkamıyordu, yürüyüşe çıkacak ben çıkıyordum, kardeşim çıkıyordu, yanında mutlaka birisi olacaktı. Ben hayatımın bütün cumartesilerini diyebilirim evlenene kadar Kubbealtı’nda geçirdim. Hiçbir cumartesi başka bir yere gitmedim, şundan olabilir, babam tek başına gidemiyordu, onun benim hayatıma kattığı bir şey bu. Babam belki sağlıklı olsaydı, “Baba bugün canım istemiyor, bugün dersim var, bugün arkadaşımla buluşacağım, arkadaşım gelecek” diyebilirdim. Ben belki onun sayesinde mûsikî ile daha çok haşır neşir oldum. Çünkü zorla gittiğimi biliyorum, bütün derslere giriyordum, nazariyat, edebiyat, solfej, koro sabahtan akşama kadar. O insanları günümüzde bulamazsınız biliyor musunuz,şimdi insanlar üç saatten sonra yoruldum diyorlar. Biz sabah onda başlıyorduk, akşam altıya kadar ve babam o hâli ile her cumartesi sabah erkenden gider, akşama kadar düşünebiliyor musunuz? Bir taraftan şer gibi görünen şeyler öbür taraftan hayra vesile oluyor.
Ve anneniz ailenizin mihenk taşı…
Zor bir hayat. Annemizin her açıdan çok büyük emeği var. Annemiz bizi yönlendirmesi, evini herkese açması, evde mûsikî olması, evde başka toplantılar olması bunlar hep bizi besleyen şeyler. Ben evlendikten sonra 10 12 yıl kadar ara vermek zorunda kaldım. Çünkü çalışıyordum, çocukları büyüttüm, o zaman küçük oldukları için Kubbealtı’na devam etmeyi bırakmak zorunda kaldım. Sonra anneciğim bana hep yalvarırdı, benim uzak kalmamı istemiyor diğer taraftan babanın sana ihtiyacı var diyor. Çocukları hallederiz bırakma kızım diye çok telkinde bulunmuştur. Rahmetli anneciğim her anlamda desteği, motivesi ile bizim hayatımıza çok değer katmıştır. Sonraki yıllarda bıraktığımız yerden mûsikîye başladık çok şükür...
Uzakken yakınmışşsınız…
Ne kadar güzel söylediniz. Uzaktaki yakîn… Bir kere o tohum ekilmiş bizim kalbimize, gönlümüze, küçükken o kıvılcım çakılmış. Babacığımın öyle bir sözü vardır, “Biz müzisyen yetiştirmeye çalışmıyoruz” ben de öyleyim, şimdi onlar başka mecralara gidip zaten yetişirler. Bir kıvılcım çakmak önemli olan,oradan sonra kendi yol bulur gider zaten. Mûsikîmiz bizi güzellikle, zarafetle, hakîkatle buluşturan bir güç, onun için peşine daha çok düşmek lazım.